ABD'deki seçim değil iç savaşın ilk aşaması

AMERİKAN ELİTLERİNİN YÜZYILLIK KONSENSÜSÜ

"Amerikan seçimlerinin jeopolitiği" ifadesi, kulağa çok sıra dışı ve beklenmedik geliyor. Yirminci yüzyılın otuzlu yıllarından bu yana, iki ana Amerikan partisi ("kırmızı" Cumhuriyetçiler (Büyük Eski Parti - "GOP") ve "mavi" Demokratlar) arasındaki rekabet, her iki tarafın da kabul ettiği temel politika, ideoloji ve jeopolitik ilkelere dayanıyordu. Amerika Birleşik Devletleri'nin siyasal seçkinleri derin bir fikir birliğine dayanıyorlardı: her şeyden önce kapitalizme, liberalizme ve Amerika Birleşik Devletleri'nin Batı dünyasının baştaki gücü olma fikrine sadıklardı. "Cumhuriyetçiler" ya da "Demokratlar" ile ilgilenip ilgilenmemize bakılmaksızın, dünya düzenine bakış açılarının neredeyse aynı, yani

  • küreselci,
  • liberal,
  • tek kutuplu,
  • Atlantikçi ve
  • Amerikan merkezli olduğundan emin olabiliriz.

Bu birlik kurumsal ifadesini Dış İlişkiler Konseyi'nde almıştır (CFR - Council on Foreign Relations). Bu Konsey, Birinci Dünya Savaşı'nın sonuçlarına göre, Versailles anlaşmasının imzalandığı zaman oluştu ve iki partinin temsilcilerini bir araya getirdi. CFR'nin rolü sürekli olarak büyüdü ve İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra yükselen küreselciliğin ana merkezi oldu. Soğuk Savaş'ın ilk aşamalarında CFR, Aydınlanma çağının ortak değerleri temelinde SSCB ile sistemlerin yakınsamasına izin verdi. Ancak, sosyalist kampın keskin bir şekilde zayıflaması ve Gorbaçov'un ihaneti nedeniyle, "yakınsamaya" gerek kalmadı ve küresel dünyanın inşası, Soğuk Savaş'ı kazanan tek bir kutbun eline geçti.
Küreselciler ve CFR için yirminci yüzyılın doksanlı yılların başlangıcı, tam bir zafer anı oldu. Bu noktadan sonra, parti üyeliğinden bağımsız olarak Amerikan elitlerinin konsensüsü daha da güçlendi ve Bill Clinton, George W. Bush ya da Barack Obama'nın politikaları, en azından dış politikanın temel konuları ve küreselci gündeme olan bağlılıkları, pratikte farklı değildi. Küreselcilerin (esas olarak Demokratlar tarafından temsil edilir) "sağcı" analoğu Cumhuriyetçilerin başına, 1980'lerde paleo-muhafazakârları (paleoconservatives) deviren neo-muhafazakarlar (neoconservatives) geçti, ki paleo-muhafazakârlar izolasyonist gelenekleri izliyor ve Cumhuriyetçi partinin özelliği olan muhafazakar değerlere sadık kalıyorlardı. Bu, yirminci yüzyılın başlarında ve Amerikan tarihinin daha önceki aşamalarında Cumhuriyetçi partinin bir özelliğiydi.

Evet, Demokratlar ve Cumhuriyetçiler vergi politikalarında, tıp ve sigorta konularında birbirleriyle aynı fikirde değillerdi (burada Demokratlar ekonomik olarak soldaydı Cumhuriyetçiler ise sağda), ancak bu hiçbir şekilde, ya da neredeyse hiçbir şekilde iç siyasetin ana vektörlerini etkileyen bir anlaşmazlık değildi. Dış siyaseti ise hiç etkilemiyordu. Başka bir deyişle, ABD seçimlerinin jeopolitik önemi yoktu ve bu nedenle "Amerikan seçimlerinin Jeopolitiği" gibi bir ifade, anlamsızlığı ve içeriği boş olması nedeniyle kullanılmadı.

TRUMP KONSENSÜSÜ BOZUYOR

Her şey mevcut ABD Başkanı Donald Trump'ın beklenmedik bir şekilde 2016 yılında iktidara gelmesiyle değişti. Amerika'da onun gelişi tamamen olağanüstü bir şeydi. Trump'ın seçim kamanyası, küreselciliğe ve Amerikan elitlerine yönelik eleştiriler üzerine inşa edilmişti. Başka bir deyişle Trump, Cumhuriyetçi partisinin neo-muhafazakar kanadı da dahil olmak üzere iki partili konsensüsa doğrudan meydan okudu ve…. kazandı. Elbette, Trump'ın 4 yıllık başkanlığı, Amerikan politikasını bu kadar beklenmedik bir şekilde tamamen elden geçirmenin imkansız olduğunu gösterdi ve Trump, neo-muhafazakar John Bolton'u Ulusal Güvenlik Danışmanı olarak ataması da dahil olmak üzere birçok taviz vermek zorunda kaldı. Ama ne olursa olsun, en azından kısmen de olsa kendi çizgisini takip etmeye çalışıyordu ve bu küreselcileri öfkelendiriyordu. Böylece Trump, iki ana Amerikan partisi arasındaki ilişkilerin yapısını önemli ölçüde değiştirdi. Onun yönetiminde Cumhuriyetçiler, erken GOP'un karakteristik özelliği olan Amerikan milliyetçiliğine geri döndüler, bu nedenle "America first! " veya "Let’s make America great again!" sloganları ortaya çıktı. Bu, Trump ile Hillary Clinton arasındaki rekabetten başlayarak, aslında Trump'a ve onu destekleyen herkese gerçek bir savaş (siyasi, ideolojik, medya, ekonomik vb.) ilan eden Demokratların radikalleşmesine neden oldu. 4 yıldır bu savaş bir an bile durmadı ve bugün, yeni seçimlerin arifesinde, doruk noktasına ulaştı. Bu şuralarda kendini gösterdi:

  • sosyal sistemin geniş bir şekilde istikrarsızlaşmasında,
  • Büyük ABD şehirlerinde aşırılık yanlısı unsurların ayaklanmasında (Demokrat Partisinin neredeyse açık bir şekilde Trump karşıtı güçlere desteğiyle),

Trump ve destekçilerinin doğrudan şeytanlaştırılmasında. Biden'in zaferi durumunda, Trump’ın destekçilerini, hangi konumda olurlarsa olsunlar, arındırmakla tehdit ediyorlar.
Trump'ı ve tüm Amerikan vatanseverleri ve milliyetçileri faşizmle suçlamada,
Trump'ı dış güçlerin bir ajanı olarak sunma girişimlerinde (her şeyden önce Vladimir Putin’in ajanı olarak) – vb.
Tüm Amerikan toplumunun keskin bir kutuplaşmasına yol açan bir partiler arası çatışma ortaya çıktı. Cumhuriyetçilerin içinde de, özellikle de neo-muhafazakarların bir kısmı Trump'a karşı çıktı (örneğin, neo-muhafazakarların baş ideologları Bill Kristol gibi). Ve bugün, 2020 sonbaharında, dinmeyen Covid-19 salgını ve bununla bağlantılı sosyal ve ekonomik sonuçların arka planında seçim yarışı, Versailles’da Woodrow Wilson'un 14 Küreselci Maddesiyle ve CFR'nin kurulmasıyla başlayan ve Amerika tarihinde son 100 yıldır süren seçim yarışından farklı.

90'LI YILLAR: KÜRESELCİLERİN ZAFER ANI

Elbette, Amerikan elitlerinin küreselci konsensüsünü bozup, ABD'yi tam teşekküllü bir İç Savaşın eşiğine getiren şahsen Donald Trump değildi. Trump, 2000'lerin başından beri derin jeopolitik süreçlerin bir belirtisi haline geldi.
Yirminci yüzyılın 90'larında küreselleşme doruk noktasına ulaştı, Sovyet kampı harabeye döndü, ABD'nin ajanları doğrudan Rusya'nın yönetiminde yer alıyorlardı ve Çin kapitalist sistemi itaatkâr bir şekilde kopyalamaya yeni başlıyordu ve bunların hepsi "tarihin sonu"nun geldiği yanılsamasını yarattı (F. Fukuyama ). Yalnızca CIA, Suudi Arabistan ve diğer Körfez ülkelerindeki ABD müttefikleri tarafından kontrol edilen İslami radikallerin sınır ötesi yapıları ve kendi başlarına büyük tehdit oluşturmayan Şii İran ve hala komünist Kuzey Kore gibi bazı "rogue States" küreselleşmeye açıkça karşı çıktı. Öyle görünüyordu ki, sanki küreselciliğin egemenliği tamdı, liberalizm tüm toplumlara boyun eğdiren tek ideoloji, kapitalizm ise tek ekonomik sistem olarak kalmışlardı. Dünya hükümetinin ilanına (bu küreselcilerin hedefi ve özellikle CFR stratejisinin doruk noktasıdır) bir adım kalmıştı.

ÇOK KUTUPLULUĞUN İLK İŞARETLERİ

Ancak 2000'lerin başından beri bir şeyler ters gitti. Putin, Rusya'nın çöküşünü ve daha da kötüye gitmesini durdurdu. Rusya’nın dünya arenasından nihai olarak ortadan kalkması küreselcilerin zaferi için gerekli bir koşuldu. Egemenliği yeniden kurma yoluna giren Rusya, 20 yıl içinde uzun bir yol kat etti, dünya siyasetinin en önemli kutuplarından biri haline geldi, elbette SSCB'nin ve sosyalist kampın gücünden birkaç kat güçsüz, ancak 90'larda olduğu gibi artık Batı'ya kölece itaat etmiyor.
Buna paralel olarak Çin, ekonomik liberalleşmeyle silahlanarak, siyasi gücü Komünist Partinin elinde tuttu, SSCB'nin kaderinden, çöküşünden, kaosundan, liberal standartlara göre “demokratikleşmeden” kaçındı ve aşama aşama ABD ile kıyaslanabilecek en büyük ekonomik güç haline geldi.

Başka bir deyişle, Batı ile (ABD ve NATO ülkeleri) birlikte en az iki oldukça ağır ve önemli kutbu olan (Putin'in Rusya'sı ve Çin) çok kutuplu bir dünya düzeni için ön koşullar vardı. Ve dahası, liberal küreselci Batı ile birlikte, güçlerinde büyüyen kutuplara dayanan diğer uygarlık türlerinin - komünist Çin ve muhafazakâr Rusya'nın - gittikçe yükseldiği bu alternatif dünya resmi daha açık bir şekilde ortaya çıktı. Kapitalizmin ve liberalizmin unsurları iki yerde de mevcuttur. Bu henüz gerçek bir ideolojik alternatif değil, karşı hegemonya da değil (Gramsci 'ye göre), ama yine de hiç değilse bir şey. Tam anlamıyla çok kutuplu hale gelmeden, 2000'lerde dünya açıkça tek kutuplu olmaktan da çıktı. Küreselleşme, amaçladığı yörüngeden saparak tökezlemeye başladı. Buna Amerika Birleşik Devletleri ile Batı Avrupa arasında ortaya çıkan bölünme eşlik etti. Buna ek olarak, Batı ülkelerinde liberal küreselci elitlerin hegemonyasına karşı toplumun artan hoşnutsuzluğunu gösteren sağ ve sol popülizmin yükselişi başladı. İslam dünyası da İslami değerler için sürdürdüğü mücadeleyi durdurmadı, ancak köktencilikle (şu ya da bu şekilde küreselciler tarafından kontrol edilen) sıkı bir şekilde özdeşleşmekten vazgeçti ve daha net jeopolitik biçimler almaya başladı:

  • Ortadoğu'da Şiiliğin yükselişi (İran, Irak, Lübnan, kısmen Suriye),
  • ABD ve NATO ile çatışmalara varana kadar, Erdoğan’ın Sünni Türkiye’sinin bağımsızlığının büyümesi,
  • Körfez ülkelerinin Batı ile diğer güç merkezleri (Rusya, Çin) arasında git-gelleri ve vb.

TRUMP'IN ANI: BÜYÜK DÖNÜŞ

Donald Trump'ın kazandığı 2016 ABD seçimleri, bu bağlamda, küreselleşmenin ve buna bağlı olarak iktidardaki küresel elitlerin ciddi bir kriz döneminde gerçekleşti.
Tam da o zaman, liberal konsensüsün arka planından yeni bir güç kendini ilan etti: iktidardaki küreselci elitlerle kendisini özdeşleştiremeyen Amerikan toplumunun bir kısmı. Trump'ın desteği, küreselleşme stratejisine (hem Demokrat hem Cumhuriyetçi) güvensizlik oyu haline geldi. Böylelikle, bölünme tek kutuplu dünyanın kalesinde, küreselleşmenin karargâhında ortaya çıktı. Aşağılama birikintisinin altından onlar gözüktü: "deplorables", susan çoğunluk, dispossessed majority (V. Robertson). Trump, Amerikan popülizminin uyanışının bir sembolü haline geldi.
Gerçek siyaset bu şekilde Amerika Birleşik Devletleri'ne geri döndü, yine ideolojik tartışmalar ortaya çıktı. "Cancel culture", "BLM" ve Amerikan tarihinin anıtlarının yok edilmesi, Amerikan toplumunda en temel meselelerde derin bir bölünmenin ifadesi haline geldi.
Amerikan konsensüsü çöktü.
Şu andan itibaren seçkinler ve kitleler, küreselciler ve yurtseverler, Demokratlar ve Cumhuriyetçiler, ilericiler ve muhafazakarlar, kendi alternatif stratejileri, programları, görüşleri, değerlendirmeleri, değer sistemleri ile tam ve bağımsız kutuplara dönüştüler. Trump Amerika'yı havaya uçurdu, seçkinlerin fikir birliğini kırdı, küreselleşmeyi raydan çıkardı.
Tabii ki, bunu tek başına yapmadı. Ama cesurca, belki de atipik muhafazakâr ve küreselleşme karşıtı Steve Bannon'un (Avrupa muhafazakarlığına ve hatta Guenon ve Evola'nın gelenekselliğine aşina Amerikan entelektüelinin ender bir örneği) bazı ideolojik etkisi altında, egemen liberal söylemin ötesine geçti ve böylece Amerikan siyasi tarihinde yeni bir sayfa açtı. Bu sayfada bu sefer "Amerikan seçimlerinin jeopolitiği" formülünü açıkça okuyoruz.

2020 ABD SEÇİMLERİ: SONUÇLARI AĞIR OLABİLİR

Kasım 2020 seçimlerinin sonucuna göre şunlar belirlenecek:

  • dünya düzeninin mimarisi (Trump’ın seçilmesi durumunda milliyetçiliğe ve fiili çok kutupluluğa geçiş, Biden’ın seçilmesi durumunda küreselleşmenin ızdırabının devamı),
  • ABD’nin küresel jeopolitik stratejisi (Trump’ın seçilmesi durumunda "America first", Biden’ın seçilmesi durumunda Dünya Hükümetine doğru umutsuz bir sıçrama),
  • NATO'nun kaderi (Trump’ın seçilmesi durumunda ABD'nin ulusal çıkarlarını daha sıkı bir şekilde yansıtan bir yapı lehine dağılması, bu kez genel olarak küreselleşmenin bir kalesi olarak değil, bir devlet olarak. Ya da Biden’ın seçilmesi durumunda Atlantikçi bloğun uluslar üstü liberal elitlerin bir aracı olarak korunması),
  • baskın ideoloji (Trump’ın seçilmesi durumunda sağcı muhafazakarlık, Amerikan milliyetçiliği, Biden’ın seçilmesi durumunda sol-liberal küreselcilik, Amerikan kimliğinin nihai olarak ortadan kaldırılması),
  • Demokratların ve Cumhuriyetçilerin kutuplaşması (Trump’ın seçilmesi durumunda GOP'ta paleo-muhafazakar etkinin büyümeye devam etmesi) veya iki partili konsensüsa dönüş (Biden’ın seçilmesi durumunda GOP'ta neo-muhafazakarların etkisinde yeni bir artış),
  • ve hatta İkinci Anayasal Değişikliğinin kaderi (Trump’ın seçilmesi durumunda korunması ve Biden’ın seçilmesi durumunda olası iptali).

Bunlar o kadar önemli ki, "Healthcare"in kaderi, Trump’ın Duvarları ve hatta Rusya, Çin ve İran ile ilişkiler ikincil öneme sahip bir şeyler haline geliyorlar. Amerika Birleşik Devletleri o kadar derin ve temelden bölünmüş durumda ki, şimdi soru, ülkenin böylesine görülmemiş bir seçimden sağ çıkıp çıkmayacağı. Bu kez, Demokratlar ve Cumhuriyetçiler, Biden ve Trump arasındaki mücadele, birbirlerine karşı saldırgan bir şekilde kurulmuş iki toplumun mücadelesidir ve eskisi gibi sonuçlarından hiçbir şeyin değişmediği anlamsız bir tiyatro değildir. Amerika geri dönüşü olmayan noktaya geldi. Bu seçimlerin sonucu ne olursa olsun, ABD asla eskisi gibi olmayacak. Geri dönüşü olmayan bir şey değişti.
Bu yüzden "Amerikan seçimlerinin jeopolitiğinden" bahsediyoruz ve bu yüzden bu kadar önemli. Birleşik Devletler'in kaderi, birçok yönden tüm günümüz dünyanın kaderidir.

HEARTLAND FENOMENİ

Jeopolitiğin kurucusu olan Mackinder döneminden beri bu disiplinin en önemli kavramı "Heartland"dır. "Deniz gücü" (Sea Power) ile karşı karşıya gelen "Kara medeniyetinin" çekirdeği anlamına gelir (Land Power).
Hem Mackinder'in kendisi hem de fikirlerini ve sezgisini geliştiren Karl Schmitt, sadece güçlerin coğrafi bağlamdaki stratejik konumlarından değil, iki tür medeniyet arasındaki çatışmadan bahsediyor.
"Deniz Medeniyeti", genişlemeyi, ticareti, sömürgeleştirmeyi, aynı zamanda "ilerlemeyi", "teknolojiyi", toplumdaki ve yapılarındaki sürekli değişiklikleri, okyanusun değişken sıvı cismini yansıtıyor ( liquid society Z. Bauman).
Bu, kökleri olmayan, hareketli, "göçebe" bir uygarlıktır.

"Kara uygarlığı" aksine, muhafazakârlık, istikrar, kimlik, devamlılık, meritokrasi ve değişmez değerlerle ilişkilidir, kökleri olan bir kültürdür, "yerleşimcidir".
Böylece, "Heartland" aynı zamanda medeniyetsel bir anlam da kazanır, bu sadece kıyı ve deniz alanlarından olabildiğince uzak bir bölge değil, aynı zamanda muhafazakâr bir kimlik matrisi, güçlü köklerden oluşan bir alan, kimliğin en yüksek bir şekilde yoğunlaştığı bölge.
Amerika Birleşik Devletleri'nin çağdaş yapısına jeopolitiği uygulayarak, şaşırtıcı derecede net bir resim elde ediyoruz. Amerika Birleşik Devletleri'nin tuhaflığı, ülkenin iki okyanus boşluğu arasında, Atlantik Okyanusu ile Pasifik Okyanusu arasında yer almasıdır. Rusya'dan farklı olarak, Amerika Birleşik Devletleri'nde merkezin kutuplardan birine kesin bir kayması yoktur, ancak Amerika Birleşik Devletleri'nin tarihi Doğu Kıyısından başlayıp yavaş yavaş Batı'ya taşınsa da, bugün her iki kıyı bölgesi de oldukça gelişmiştir ve belirgin bir "Deniz medeniyeti"nin iki bölümünü oluşturmaktadır.

EYALETLER VE SEÇİM POLİTİĞİ

En ilgi çekici şey de burada başlıyor. Eyaletlerin siyasi haritasını alır ve her birinde hangi valilerin ve hangi partilerin hakim olduğu ilkesine göre iki ana partinin renklerine boyarsak, o zaman üç çizgi elde ederiz:
Doğu Kıyısı mavi olacak, büyük metropoller burada yoğunlaşmış, dolayısıyla burada Demokratlar daha güçlü;
ABD'nin orta kesimi, "fly over zone", endüstriyel ve tarımsal bölgeler ("Tek Katlı Amerika"), yani gerçek "Heartland", neredeyse tamamen kırmızıya boyanmış (Cumhuriyetçilerin etki alanı);
Batı Kıyısı yine mega kentler, yüksek teknolojilerin merkezleri ve dolayısıyla burada yine Demokratların mavi rengi gözüküyor.
Klasik jeopolitiğe - yani "kıtaların büyük savaşının" ön cephesine hoş geldiniz.
ABD 2020, bu nedenle, birkaç değil, tam olarak iki medeniyetsel bölgeden oluşuyor: orta kısmı Heartland'dan ve Heartland'dan keskin bir şekilde farklı olan, aynı sosyo-politik sistemi temsil eder iki kıyı bölgesinden. Kıyı bölgeleri, Demokratların bölgesidir. Demokratlar tarafından Biden lehine ve Trump'a karşı seçim kampanyasında yer alan BLM, LGBT+, feminizm ve solcu aşırılığın (antifa terörist grupları) en aktif protestolarının odaklandığı yer buralardır. Trump'tan önce, ABD'nin sadece kıyı bölgeleri olduğu görülüyordu. Trump, Amerikan Heartland'ına ses verdi. Böylece ABD'nin kırmızı merkezi aktive edildi ve harekete geçirildi. Trump, siyasi seçkinler arasında pratikte hiçbir şekilde temsil edilmeyen ve küreselcilerin gündemiyle neredeyse hiçbir ilgisi olmayan bu "ikinci Amerika"nın Başkanıdır. Burası küçük kasabaların, Hıristiyan toplulukların ve mezheplerin, çiftliklerin ve hatta endüstrinin daha ucuz iş gücüne sahip olan alanlara kaymasıyla harap olmuş eski büyük sanayi merkezlerinin Amerika'sıdır. Burası terk edilmiş, ihanete uğramış, unutulmuş ve aşağılanmış Amerika. Bu "deplorables"in anavatanı, yani beyaz veya renkli olan, Protestan veya Katolik olan gerçek Amerikan yerlilerin, kökleri olan Amerikalıların anavatanı. Ve bu "Heartland" Amerikası, kıyı bölgelerinin baskısı altında hızla yok oluyor.

AMERİKAN "HEARTLAND"IN İDEOLOJİSİ: ESKİ DEMOKRASİ

Amerika Birleşik Devletleri'nin bu jeopolitik boyutunu son zamanlarda Amerikalıların kendilerinin keşfetmesi önemlidir. Bu anlamda, Amerika Birleşik Devletleri'nin merkezinde bulunan küçük şehirleri, küçük kasabaları ve sanayi merkezlerini canlandırma planlarına odaklanan bir Ekonomik Kalkınma Enstitüsü oluşturma girişimi bir göstergedir. Enstitünün adı kendisini anlatıyor "Heartland forward". Aslında bu, Trump'ın sloganının jeopolitik ve jeoekonomik bir çözümlemesidir: "Let’s make America great again!"

Politik analist Joel Kotkin, muhafazakar dergi “American Affairs”da (Ekim 2020. V IV, № 3) "Heartland'ın yeniden canlanması" konusuyla ilgili programlık bir makale yayınlıyor: "The Heartland’s Revival". Ve tam anlamıyla J. Kotkin, "Kızıl Eyaletler"in aslında kıyı bölgelerinden farklı bir medeniyeti temsil ettiği iddiasına henüz ulaşmamış olsa da, pragmatik ve daha ekonomik konumundan bu sonuca yaklaşıyor.
Orta ABD, "eski demokrasi", "eski bireycilik" ve "eski" özgürlük anlayışı ile "eski Amerika" paradigmalarının hakim olduğu çok özel bir bölgedir. Bu değer sisteminin yabancı düşmanlığı, ırkçılık, ayrımcılık ya da metropol bölgelerin ve televizyon kanalların kibirli entelektüellerinin ve gazetecilerinin genellikle sıradan Amerikalıları "ödüllendirdiği" diğer aşağılayıcı ifadelerle hiçbir ilgisi yoktur. Bu, tüm ayırt edici özellikleriyle Amerika’dır. Sadece eski, geleneksel, kurucu babalar döneminden bireysel özgürlüğe olan orijinal iradesinde donuk kalmış bir Amerika. En açık biçimde Amiş mezhebinde temsil ediliyor, hala 18. yüzyıl tarzında giyiniyorlar, ya da "Hıristiyanlığı" çok uzaktan andıran grotesk ama tamamen Amerikan kültü olan Utah Mormonları. Bu eski Amerika'da kişinin her türlü inancı olabilir, ne isterse söyleyip düşünebilir. Amerikan pragmatizminin kökenleri budur: hiçbir şey ne özneyi ne de nesneyi sınırlayamaz ve aralarındaki tüm ilişkiler yalnızca aktif eylem sürecinde açıklığa kavuşur. Böyle bir eylemin bir kriteri vardır: "it works or it doesn’t work". Bu kadar. Böyle "eski liberalizm"de hiç kimse bir kişinin ne düşünmesi, ne konuşması veya ne yazması gerektiğini dikte edemez. Politik doğruluk burada hiçbir anlam ifade etmiyor.
Teorik olarak ne olursa olsun, sadece düşüncenizi açıkça ifade etmeniz önerilir. Her şeyin özgürlüğü, "Amerikan Rüyası"nın özüdür.

İKİNCİ ANAYASAL DEĞİŞİKLİK: ÖZGÜRLÜK VE ONURUN SİLAHLI SAVUNMASI

Amerikan "Heartland", ekonomi ve sosyolojiden daha fazlasına sahiptir. Kendi ideolojisine sahiptir. Bu, hakların eşitliğini ve özgürlüklerin dokunulmazlığını kabul eden bir Amerikan yerli ideolojisidir, dahası, bu ideoloji daha cumhuriyetçidir, kısmen Avrupa karşıtıdır (özellikle İngiliz karşıtı). Ve bu yasama bireyselliği, silah bulundurma ve taşıma özgürlüğünde somutlaşmıştır. İkinci Anayasal Değişiklik, böyle bir "Kırmızı" (GOP'un rengi anlamında) Amerika'nın tüm ideolojisinin bir özetidir. "Ben seninkini almıyorum, ama sen de benimkine dokunma." Bir bıçak, tabanca, tüfek ve hatta bir saldırı tüfeği veya makineli tüfek özeti bunda. Bu sadece maddi şeyler için geçerli değildir; aynı zamanda inançlar ve düşünce biçimleri, özgür siyasi seçim ve öz saygı için de geçerlidir.
Ama kıyı bölgeleri, "Deniz Medeniyeti"nin Amerikan toprakları, mavi eyaletler buna saldırıyor. Böylesi "eski demokrasi", "bireycilik" ve "özgürlüğün", politik doğruluk normlarıyla, giderek daha hoşgörüsüz ve saldırgan "cancel culture" ile, İç Savaş kahramanlarının anıtlarının yıkılmasıyla veya Afrikalı Amerikalıların, transseksüellerin ve "body positive" ucubelerinin ayaklarının öpülmesiyle hiçbir ilgisi yoktur. "Deniz Medeniyeti" "eski Amerika"yı bir grup "deplorables" (Hillary Clinton'ın sözüyle), bir tür "faşist" ve "insan olmayan" bir şey olarak görüyor. New York, Seattle, Los Angeles ve San Francisco'da zaten farklı bir Amerika ile yüz yüzeyiz: din, aile ve geleneğe benzeyen her şeyi bölgeden uzaklaştıran liberallerin, küreselcilerin, postmodern profesörlerin, sapkınlığın savunucuların ve saldırgan kuralcı ateizmin mavi Amerikası.

AMERİKA BİRLEŞİK DEVLETLERİ'NDE KITALARIN BÜYÜK SAVAŞI: ÇÖZÜLÜŞÜN YAKINLIĞI

Bu iki Amerika, Kara Amerika’sı ve Deniz Amerika’sı, bugün Başkanlık için uzlaşmaz bir mücadelede karşı karşıya geldi. Dahası, hem Demokratlar hem de Cumhuriyetçiler, karşı taraftan birisinin kazanması durumunda daha şimdiden kabullenmeme niyetindeler. Biden, Trump'ın "seçim sonuçlarını çoktan tahrif ettiğine" ve "arkadaşı" Putin'in "GRU,"Noviçok", Olga’nın trolleri ve "Rus propagandasının" diğer çok kutuplu ekosistemlerinin yardımıyla "seçimlere çoktan müdahale ettiğine" inanıyor. Sonuç olarak, Demokratlar Trump'ın zaferini kabul etmeyi düşünmüyorlar. Bu bir zafer değil, sahtekârlık.
En tutarlı Cumhuriyetçiler de neredeyse aynı şekilde düşünüyor. Demokratlar seçim kampanyasında yasadışı yöntemler kullanıyor. Aslında, ABD'nin içinde Trump ve yönetimine yönelik bir "renkli devrim" gerçekleşiyor. Bunların arkasında net bir şekilde Trump’ın düşmanı ve en önemli küreselcilerden olan George Soros, Bill Gates ve "yeni demokrasinin" diğer fanatikleri de yer almaktadır, yani Amerikan "Deniz Medeniyeti"nin en parlak ve en tutarlı temsilcileri. Bu nedenle Cumhuriyetçiler de sonuna kadar gitmeye hazır, son dört yılda Demokratların Trump'a ve onun atadığı kişilere karşı şiddetlenmeleri o kadar yükseldi ki, Biden Beyaz Saray’a geçerse Amerikan egemen çevrelerin bazı kısımlarına (en azından Trump'ın atadığı tüm kişilere karşı) siyasi baskı eşi görülmemiş seviyede olacaktır.
Yani bizim gözümüzün önünde Amerikan çikolatası kırılıyor, kırılma hatları ise gerçek savaşın cepheleri haline geliyor. Bu artık sadece seçim kampanya değil, bu, tam teşekküllü bir İç Savaş'ın ilk aşaması.
Bu savaşta iki Amerika birbiriyle çarpışıyor: iki ideoloji, iki demokrasi, iki özgürlük, iki kimlik, iki karşılıklı olarak birbirini dışlayan değer sistemi, iki siyaset, iki ekonomi ve iki jeopolitik.
“Amerikan seçimlerinin jeopolitiğinin” şimdi ne kadar önemli olduğunu anlasaydık, dünya nefesini tutup başka hiçbir şeyi düşünmeyecekti, ne Covid-19 salgınını, ne yerel savaşları, ne çatışmaları, ne doğa afetleri. Dünya tarihinin merkezinde, insanlığın geleceğinin kaderini belirlemenin merkezinde, tam olarak "Amerikan seçimlerinin jeopolitiği" vardır, yani "Kıtaların Büyük Savaşı"nın Amerikan aşaması, Amerikan Karasına karşı Amerikan Denizi.

Çeviren: UİB Başkan Yardımcısı Hüseyin Erman Sülük