Modern Çağ’ın tüm siyasi sistemleri, birbirinden farklı üç ideolojinin ürünüdür: ilki ve en eskisi liberal demokrasidir; ikincisi Marksizm’dir ve üçüncüsü de faşizmdir. Bu sistemlerden son ikisi, yani Marksizm (ve türevleri) ile faşizm (ve alt kolları) başarısız olarak tarihin sayfalarında kaybolmuştur – liberal demokrasi ise artık bir ideoloji olarak değil, toplumların ‘varsayılan ayarı’ gibi faaliyet göstermekte ve dünya kamuoyunda temel standart olarak genel kabul görmektedir.
Bu görüşme gerçekten çok önemliydi, umarım ilişkilerimizde önemli ve dönüm noktası olmuştur. Çünkü bugün, herkesin ABD'nin Afganistan'dan çıktıktan sonra dünyanın önde gelen gücü olamayacağını kabul ettiği bir durum gerçekleşti. Bu da Batı'nın hegemonyasına sahip tek kutuplu dünyanın kesin ve geri dönülmez bir şekilde sona erdiği ve çok kutuplu dünya düzeninin ortaya çıktığı anlamına geliyor. Ve bu çok kutuplu dünya düzeninde Rusya ve Türkiye, Moskova ve Ankara iki birliği temsil ediyor. Rusya ve Çin zaten tamamen onaylanmış ve organize birlikler, ancak Türkiye, İran, Pakistan ve İslam dünyasındaki diğerlerinin, bir İslami birlik daha oluşturmaya çok yakın olduklarını ve Türkiye'nin burada başrol oynadığını düşünüyorum. Bu çok kutuplu toplantı belki de modern tarihte ilk defa Rus lider ile Türk liderin tam bağımsızlık bağlamında farklı bloklara bağlı sadece ulusal devletlerin değil, deyim yerindeyse “imparatorlukların iki egemen hükümdarı” olarak bir araya gelmesi demekti.
Soçi’de yapılan son görüşmeye dair arka plan bilgilerine vakıf olduğunu aktaran Dugin “O gün Erdoğan ve Putin dünya dengeleri açısından hangi tarafta yer alacaklarını konuştu ve aldıkları kararı paylaştı. Kürt haritasından Kırım’a, Afganistan’dan Libya’ya, Kafkaslardan Suriye’ye tüm alanlara ilişkin hayati konularda kendi kırmızı çizgilerini çizdi. Başta İdlib olmak üzere birçok konuda uzlaştıklarını söyleyebilirim. Ancak bu tarihî buluşmada konuşulanların önemli bir kısmı sır olarak kalacak. Biz sadece sahada yansımalarını göreceğiz’’ dedi. Putin’in dış politikasını belirleyen isimlerden Aleksandr Dugin, ABD’nin Suriye’den çekileceğini ve bunun kademeli olarak gerçekleşeceğini anlattı. Amerika’nın çekilmesi ile tüm meselelerin hallolmayacağı görüşünü dile getiren Dugin “ABD çekilse bile kriz üretmeye devam edecek. Bu noktada tek belirleyici unsur Rusya, Türkiye ve İran’ın tutumu olacak” diye konuştu.
“Soçi’deki Erdoğan-Putin görüşmesi, Türkiye ve Rusya arasındaki ilişkiler bağlamında çok önemli. En önemlisi ise Erdoğan ve Putin, çok kutuplu dünyanın Batı hegemonyasını reddettiği koşullarda buluşmuştur. Şu anda tek kutuplu değil çok kutuplu dünyada yaşıyoruz. Yaşadığımız çok kutuplu dünyada, Türkiye ve Rusya bağımsız iki egemen kutbu temsil ediyor. Erdoğan ve Putin, ülkelerinin çıkarlarının olduğu etki alanlarını belirlemeli. Bu stratejik bir buluşmalıydı. Rusya ve Türkiye arasında, gelecekte stratejik prensiplerin belirlenmesi için önemli bir toplantıydı. Toplantı boyunca zorlu ve karmaşık konular konuşuldu: İdlib ve Suriye’nin kuzeyindeki 'Kürdistan', Türkiye'nin olası bir Fırat operasyonu, Libya meselesi... Ve tabi çok net olan Türkiye ve Rusya’nın Karabağ’daki ortak başarısı da konuşuldu. Bu yüzden bu toplantı tarihi bir toplantıdır. Her noktada ortak kararlar alınmasa bile, ana konularda berraklaşma oluşmuştur.”
Azerbaycan’ın Dağlık Karabağ toprakları üzerindeki kontrolü yeniden sağlamasından sonra analizciler, hem Kafkasya bölgesinde hem de daha geniş olarak Orta Asya'da Türkiye’nin giderek artan etkinliğini fark etmeye başladılar. Erdoğan, Türk devletlerindeki varlığını yeniden güçlendirmeye başladı, Gürcistan'daki Türk çıkarlarını öne sürmeye başladı, gözünü nüfusun önemli bir bölümünün Türk kökenli (Afgan Özbekleri) olduğu Afganistan'a dikti. Ancak, bu tür eğilimlerin neo-Osmanlıcılığa uymadığını da belirtmek gerekir. Söz konusu bölgelerin çoğu hiçbir zaman Osmanlı İmparatorluğu'nun bir parçası olmadı. Soğuk Savaş döneminde Pan-Türkizm ve Pan-Turanizm, bir NATO ülkesi olan Türkiye'de ABD tarafından suni olarak desteklendi. Erdoğan'ın giderek daha egemen ve bağımsız siyasetler izlemeye başladığı son on yılda, Pan-Türkizm önemli ölçüde zayıfladı. Ve günümüzde bunun tekrar canlandığının belirtilerini görüyoruz. Ama şimdi Türkiye hakkında yayılmak istenen korkudan farklı bir bağlamda. Bu, artık Türkiye'yi kıta Rusya'sına karşı büyük bir oyunda kullanan Batı'nın baskısı değil, Erdoğan'ın kişisel inisiyatifidir.
Böyle bir durumda, “Büyük Uyamş”m taraftarları küreselleşmeye karşı nasıl bir ayaklanma yapacaklar? Herhangi bir kaynağa sahip olmadan dünya elitiyle etkili bir şekilde nasıl yüzleşilir? Hangi silah kullanılmalı? Hangi strateji izlenmeli? Üstelik hangi ideolojiye güvenmek gerekir? Çünkü dünyanın dört bir yanındaki liberaller ve küreselciler birleşmiş ve ortak bir fikre, ortak bir hedefe ve tek bir çizgiye sahipler. Muhalifleri ise sadece farklı toplumlara değil, aynı toplumda bile dağılmış durumda. Ve elbette, muhalefet saflarındaki bu çelişkiler, iktidardaki elitler tarafından daha da şiddetlendirilir. Bu nedenle Müslümanlar Hıristiyanlara, solcular sağıcılara, AvrupalIlar Ruslara veya Çinlilere karşı kışkırtılıyor. Ama “Büyük Uyanış” bu yüzden değil, tüm bunlara rağmen gerçekleşiyor. Liberallere karşı insanlığın kendisi, eidos olarak insan, genel olarak insan, kolektif bir kimlik olarak insan ve hemen tüm biçimleriyle (organik ve yapay, tarihî ve yenilikçi, Doğu ve Batı) ayaklanıyor.
Burada öncelikli olarak önemli olan Türk Ordusu’nun pozisyonu. En başından bu yana aslında çok açık bir durum söz konusu. Tüm yanlış anlaşılmalara rağmen tamamen sahte bir dava olan Ergenekon davasının oluşumunda FETÖ ve CIA gibi küresel güçlerin parmağı vardı. Önceden ordunun yapısının Erdoğan’ın lehine olmadığını söylemek gerekir. 15 Temmuz’daki askeri bir darbe girişimi değildi sadece ordu içindeki küçük bir kesimin Türkiye’deki kalkışmasıydı. Darbeciler ne vatansever ne Kemalist’ti. Tamamen FETÖ ile CIA’nin etkisi altındaki bir kesimden oluşuyordu. Bu kalkışma Amerikan hükümetinin rejim değişikliği üzerine tasarlayıp onayladığı bir kalkışma değildi. ABD’nin yapısı içinde küresel yapılar üzerine kafa yoran bir kuruluşun girişimiydi diyebiliriz. Çünkü Trump’tan önce ABD yönetimi birleşik bir anlayışa sahip değildi. O dönem ABD yönetimi içinde küreselci-milli çatışması ve rekabeti söz konusuydu. Darbe girişiminin ardında CIA’nin küreselci parçasının olduğunu söyleyebiliriz. Bildiğim kadarıyla ABD’de de bu konuda ciddi görüş ayrılıkları oldu ve belki de bu yüzden darbe girişimi Erdoğan tarafından daha kolayca bastırılabildi. Kısacası Birleşik Devletler Türkiye’de rejim değişikliği konusunda birleşik bir fikre sahip değildi. FETÖ, CIA yapısı içindeki tekil bir fraksiyon tarafından harekete geçirildi. Bu ekip ayrıca Türkiye’de bir dönüşümü öngörüyor ve bağımsız Kürt devletinin varlığını savunuyorlardı. Fakat bu plan ABD yönetimi içindeki tüm taraflarca kabul görmedi. Ama şunu da söylemek gerekir. Türkiye’de darbenin gerçekleşmesini isteyip de bunu göremeyenler Amerikan seçimlerinde Trump’ın seçilmesini istediler ve onu desteklediler. Bunun en büyük nedeni Trump’ın Erdoğan’ı sevmemesi kadar, Türk ve İslam karşıtı olması ve genel manada Büyük Ortadoğu Projesi fikirlerini paylaşmamasıydı.
İdlib sorunu aşılınca bütün dikkatler kuzeydoğuda toplanır ve eğer ortak bir konum belirlenirse ne hukuki ne askeri şekilde hiçkimse Suriye trajedisinin nihai çözümünün ve Suriye’nin toprak bütünlüğünün yeniden tesisinin önünde duramaz.
Üstelik tam da o zaman savaş sonrası geleceğin projesi oluşturulur ve böyle bir proje Suriye’deki kanlı iç savaşa yol açanlar, yani Arap dünyasını kana boğmaya çabalayan küreselci stratejistler ve İsrail dışındaki tüm güçlerin işbirliğine açık olur.
Bu nedenle barışa giden yolda ve Suriye’nin kurtuluşunun önünde en büyük engel İdlib’dir.
Eğer Türkiye’de bir kısmını bölücü Kürtlerin oluşturduğu liberal Batıcı muhalefetin saldırıları altında daha zayıf bir konuma düşen Erdoğan konunun ciddiyetini anlar ve mantıklı bir karar alıp Türkiye’nin güdümündeki silahlı gurupları Şam ve Moskova’nın kesin af garantisi karşılığında silah bırakmaya davet ederse, bu sorun gayet kolay çözülür.
Nüfusunun çoğunluğu Müslüman bir ülke olan Türkiye, Arap ve İran kültüründen ayrışıyor. Türkiye, kendine özgü geniş bir medeniyet alanı olarak birkaç geleneği bünyesinde toplamış durumda: İlk Göktürk Kağanlığı’ndan Gök Orda’ya kadar Türk Turan devletleri, İslam halifeliği, Bizans İmparatorluğu, Osmanlı İmparatorluğu ve Kemalist Devrim. Bu geleneklerin kesişmesi Türkiye’yi yarattı. Bu sebeple çok kutupluluk bağlamında Türkiye, çok önemli bir rol oynayabilir, öyle ki, kısmen Avrasya uygarlığına, kısmen İslam uygarlığına, kısmen de Avrupa uygarlığına aittir. Bu, Ankara’ya çok geniş imkânlar sunuyor, Avrasya ittifakının ve İslam dünyasının önde gelen kutuplarından biri olma şansını veriyor. Bununla birlikte Türk-Rus ittifakı, Batı karşısında Türkiye’nin konumunu sağlamlaştırıyor. Suriye krizi sırasında Rusya’yla sağlanan koordinasyon, iki ülkenin ortak hareket ettiği zaman yakalayabileceği başarıları gösteriyor. Avrasya’nın ekonomik açıdan sunduğu fırsatlar da Türkiye açısından hayati önem taşıyor. Bu sebeple çok kutuplu dünya Türkiye için her anlamda bir güvencedir.
Saldırılar Rusya ve İsrail arasındaki ilişkileri bitiriyor. Saldırıları başından beri fiştekleyen Telaviv’in Bolton üzerindeki umutları suya düştü. İran ve Hizbullah hedef alınmadı. Riskli bir oyun oynadı İsrail ve kaybetti, şimdi bedelini nicelik ve niteliksel olarak ödeyecek. Moskova’daki Putin’e sadık ve yakın İsrail lobisi onu içeride destekleyip, dışarıda İran ile ilişkilerine kesmeye çalışıyordu. Artık o lobi faal olamayacak. Rusya, İsrail’in düşmanları ile ilişkilerini güçlendirecek. En önemlisi de İsrail, ABD ve Batı kampında Rusya’ya düşmanlığın öncülüğünü ve kışkırtıcılığını yaparken far ışığına yakalandı. Bu dikkatle not edilmiştir.
ncelikle az ya da çok ama Rusya’nın Türkiye ve Ortadoğu’ya bakışında bir değişim olduğunu söylemem gerekir. Bu değişimin dinamiklerini doğru okumanın Türkiye’nin Ortadoğu politikasını daha etkin yürütmesine katkı sağlayacağını düşünüyorum. Artık güney komşumuz olarak Rusya var. Ve daha uzun yıllar komşumuz olarak kalacağını düşünmek yanlış olmayacaktır. Aslında Avrupa için olduğu kadar Rusya için de Türkiye-İran hattı aşılmaması gereken son sınırdır. Bu sınırın aşılması Hazar havzasını ve müteakiben Rusya ana karasını istikrarsızlaştırmanın yolunu hızla açabilir. Rusya bunu çok iyi biliyor. Tabii ki diğer küresel ve bölgesel aktörlerle ilişkilerini de bu kapsamda ve uzun süreli olarak dizayn etmeye çalışıyor. S-400 füze sisteminin alımıyla daha ileri seviyeye taşınan Türk-Rus ilişkileri bölgede kalıcı istikrar etkisi oluştururken, Rusya’nın Suriye’de konuşlandırdığı S-400 sistemlerine rağmen İsrail’in zaman zaman Suriye içlerindeki bazı yerleri savaş uçakları ile vurabilmesi birtakım soruları da gündeme getiriyor.
Söyleşimizin sonunda Prof. Dr. Aleksandr Dugin’e bazı isimler ve terimler söyledik ve kendisine anında neyi çağrıştırdığını birkaç kelimeyle ifade etmesini istedik:
Gorbaçov: İhanet, cehennem, aptallık, casusluk, hile, akılsızlık, çürümüşlük, iblis. Stalin: Güç, kudret, büyüklük, hayır ve şer, derinlik, düalizm, devasalık, korku, hayranlık. Putin: İmkân, kapıların açılması, kurtuluş, yarım kalmışlık, dönemeç. Atatürk: Kurucu, asker, ata, muzaffer, irade, güç, millet, devlet kurmak. Devrim: Yükseliş, açılım, tırmanış, ebedi dönüş, çürüyenin yıkılışı, üstün düşüşü, filizlerin özgürleşmesi, yaşamın ölüme karşı zaferi. Liberalizm: Yalan, çözülme, kimliğin kaybolması, yapay zekâlı makinaların insanın yerine geçmesi, geleneklerin kaybolması, cehennemim ideolojisi, beterin beteri, iblis. Kırım: Rus devlet yapısının beşiği, kutsal toprak, Türkiye ve Rusya arasındaki Avrasya köprüsü, Rusya’nın ayrılmaz parçası.
Türkiye’yi 15 Temmuz darbe girişiminden bir gün önce “Orduda hareketlilik var” diye uyaran Rus filozof Prof. Aleksandr Dugin, Gazete Habertürk'ten Nalan Koçak'a konuştu
KIMI “Putin’in başstratejisti -hatta beyni-”, kimi “Rus dış politikasının mimarı” diyor. Foreign Policy Dergisi’ne göre Putin, Erdoğan ve Trump’ı birbirine bağlayan adam... “Kim bu?” dediğinizi duyar gibiyim. Prof. Dr. Aleksandr Dugin’in ta kendisi. Türkiye, Dugin ismini jet krizi ve darbe girişimi nedeniyle duydu. Türkiye’yi darbeden bir gün önce “Orduda hareketlilik var” diye uyardığı herkesin malumu. Peki 40’tan fazla kitap yazan, Uluslararası Avrasya Hareketi’nin liderliğini yapan bu filozof kim? Yukarıda sıraladıklarımızın hangisi? Ve neden Türkiye’yle yakından ilgileniyor? Yanıtlar için Dugin’e ulaştık. Rus stratejist, Türkiye’yi yeniden uyardı ancak bu kez darbe değil ABD’den geleceğini iddia ettiği ekonomik yaptırımlara karşı...
- Resmi göreviniz yok. Sizi nasıl tanımlamalıyız? Putin’in danışmanı mı, yoksa stratejistlerinden biri mi?
Önce filozofum. Etki yaratmanın en iyi yolu fikirler. Hükümetle de bu fikirler aracılığıyla bağ kuruyorum.
Avrasyacılığın Batıcı modeli, sıkı sıkıya takip etmeyi reddetmesi, gelenekselcileri (Erbakan’ı ve arkasından gelen Erdoğan’ı) tatmin ediyordu; Avrasyacılığın “Ulusal ve kültürel kimliğini muhafaza ederek Batı’ya yönelmek” şeklinde yorumlanabilir olması, askeri çevreleri ve Kemalistleri kendine çekti. Avrasyacılık, Türk toplumundaki iki karşıt kutbu yani İslami ve laik kutupları birleştirmede ideal bir dünya görüşü oldu.” Aleksandr Dugin, 2006
Dünyada taşların yerinden oynadığı, çatışmaların derinleştiği ve “nereye gidiyoruz” sorusunun sıkça sorulduğu bir dönemden geçiyoruz.
Sanayi devriminden bu yana dünyaya her anlamda hükmeden Anglosakson medeniyetinin yaşadığı çıkmaz ve krizi dünyaya yayarak bu çıkmazı aşma yolunu seçmesi, üzerinde yaşadığımız fakat aynı zamanda bizi sınırlayan “medeniyet” halısının ateş almasına neden oldu.
15 Temmuz kanlı darbe girişimi ve Ankara-Moskova diyaloguna ilişkin de çarpıcı açıklamalarda bulunan Dugin, “FETÖ amacına ulaşsaydı Türkiye işgal edilecekti” dedi.
Çok yakın bir zamanda Erbil’e gerçekleştirdiğiniz ziyaretle başlayalım… Türkiye’de ‘manidar’ bulanlar oldu. Bu ziyareti, Rusya’nın Kuzey Irak’ın bağımsızlık referandumuna destek olarak ele alabilir miyiz?
Ben Ortadoğu jeopolitiğiyle ilgilenen biriyim. Bölgede barışa katkıda bulunan tüm aktörlerle görüşürüm. Eğer durumdan azade durursak, İsrail veya ABD’li güçler Kürtleri kullanacaklar.
İsrail ve ABD ‘Kürtleri’ nasıl kullanacak?
Onları manipüle ederek Suriye’yi, Türkiye’yi ve İran’ı yıkacaklar. Fakat aynı zamanda Kürtleri korkutmamamız gerekiyor. Onlara saygı duymalıyız ve Avrasya projesine dahil etmeliyiz. Kürt devleti kurulursa ABD’nin eline bırakılmamalı. Onlar bunu bölgeyi karıştırmak için istiyorlar. Herhangi bir grubu ABD’nin eline teslim etmek daha fazla kana sebep olacaktır.
Ortadoğu'daki gelişmeleri değerlendiren Dugin, ABD'nin bölgeyi karıştırdığını ve Rusya, İran ve Türkiye'nin bölgede parçalanmaya engel olacağını belirtti.
Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in başstratejisti Aleksander Dugin, Ortadoğu’daki son gelişmeleri ve Türkiye’nin bölge politikalarındaki önemini Star’a değerlendirdi. Ortadoğu halklarının kimlik bunalımı yaşadığını vurgulayan Dugin, Rusya, İran ve Türkiye’nin parçalanmaya engel olacak ittifakı kurduğuna dikkat çekti.
15 Temmuz kanlı darbe girişimi ve Ankara-Moskova diyaloguna ilişkin de çarpıcı açıklamalarda bulunan Dugin, “FETÖ amacına ulaşsaydı Türkiye işgal edilecekti” dedi.
Çok yakın bir zamanda Erbil’e gerçekleştirdiğiniz ziyaretle başlayalım… Türkiye’de ‘manidar’ bulanlar oldu. Bu ziyareti, Rusya’nın Kuzey Irak’ın bağımsızlık referandumuna destek olarak ele alabilir miyiz?
Ben Ortadoğu jeopolitiğiyle ilgilenen biriyim. Bölgede barışa katkıda bulunan tüm aktörlerle görüşürüm. Eğer durumdan azade durursak, İsrail veya ABD’li güçler Kürtleri kullanacaklar.
Aleksandr Dugin, SSCB sonrasında Rusya’nın uluslararası arenada önemli siyasi aktörlerinden biri olarak öne çıktı. ABD’nin 1990’ların başında liberalizmin tek taraflı zaferini ilan ettiği günlerden bu yana dünyanın çok kutuplu bir yöne gitmekte olduğunu yazdı.
Bugün “Tarihin Sonu ve Son İnsan” gibi Batıcı tezler artık Batılı aydınlar tarafından bile itibar görmüyor. Herkes dünyanın kalbi Avrasya’daki gelişmeleri çok daha dikkatle izliyor, bölgedeki büyük kamplaşmada yerini alıyor.
Avrasya bugün Suriye, Türkiye, Rusya, İran, Irak ve hatta Güney Çin Denizi’nde insanlığın geleceğinin çizileceği büyük mücadelelerin alanıdır.
Türkiye PYD’yi terör örgütü olarak kabul ediyor, ABD ise bu örgüte destek veriyor... Şunu anlamanız lazım: Uçağımızın düşürülmesi ve pilotumuzun öldürülmesinin ardından Rusya, Türkiye’deki yönetimi düşman olarak görüyor. Türk devletini değil, iktidarı düşman olarak görüyor. Biz bu ayrımı yapıyoruz ancak durum çok hassas olduğu için ayrım yapmak zorlaşabiliyor. Ben bu durumda Kürtlerin (konferansa) katılımının taraftarı değilim, bunun doğru olduğunu düşünmüyorum ancak Rusya, Erdoğan’a karşı hamle yapıyor. Erdoğan’ın Rusya’ya ve Putin’e karşı işlediği suçtan sonra Türkiye, Rusya’nın başka türlü davranmasını bekleyemez. Bu bir çeşit yanıt niteliğindedir. Sorunlarımızı barışçıl yollardan çözelim. Çünkü Rusya ve Türkiye arasındaki barış, iki ülkenin de kurtuluşunun tek yoludur. Rusya’yla barış yapan Türkiye ilerler, Rusya’yla savaşan Türkiye düşüşe geçer. Bu Rusya için de geçerli. Rusya da Türkiye’yle barışa ve ittifaka muhtaç. Ancak Erdoğan’la ya da Batıcı, İslamcı bir Türkiye’yle değil! Gerçek Türkiye’yle, Kemalist Türkiye’yle. Erdoğan’ın Türkiyesi gerçek Türkiye değil. O, Türkiye’yi öldürüyor, mahvediyor
Avrasyacılık, ilk Rus mülteci dalgasının (1917 Rus Sosyalist devriminden sonraki göçmenler) ideolojik ve toplumsal politik hareketidir. Bu hareket, Rus kültürünün Avrupalı bir kültür olmadığını kabul eder. Rus kültürünün, dünya kültürleri arasında Batı ve Doğu kültürleri özelliklerinin eşsiz bir karışımı olduğunu, bu yüzden aynı zamanda, hem Batıya hem de Doğuya ait olmakla beraber, gerçekte, ne Batı, ne de Doğu kültürü olduğunu iddia eder.
Bu hareketin temsilcileri, Rus ve dünya kültürü ve tarihinin en derin, metafizik problemlerine büyük ilgi göstermelerine rağmen, soyut düşünürler değildiler. Sadece felsefi (kültürel ve tarihsel) değil, somut insani bilimlere de meyilliydiler. Meselâ, Avrasyacılığın kurucuları olan filolog ve dilbilimci prens N.S.Trubetskoy (1890 — 1938), R.O.Yakobson ile beraber aynı zamanda Prag dilbilgisi topluluğunun da kurucusuydu. P.N.Savitskiy (1895 — 1965), coğrafyacı ve ekonomist; P.P.Suvuçinskiy (1892-1985), müzik ve edebiyat eleştirmeni; G.V. Florovskiy (1893 — 1979), kültür tarihçisi, ilahiyatçı ve patroloji uzmanı; G.V.Vernadskiy (1877-1973), tarihçi ve jeopolitikçi; N.N.Alekseyev, hukukçu ve politoloji uzmanı, toplum tarihçisi; V.N.İlyin, kültür tarihçisi, edebiyat uzmanı ve ilahiyatçı idiler. Başlangıçta kültür tarihçisi, filolog, edebiyat tarihçisi Bitsilli de, Avrasyacılığa yakındı. Prens D.Sviatopolk-Mirskiy, sosyo-politik konuları işleyen yazar; Erenjen Hara-Davan, tarihçiydi. Adı geçen “klasik” Avrasyacılığın (1921-1929) temsilcilerinin her biri, kendi kültürel-tarihsel bilgi ve tecrübelerine (kültürel-tarihsel, coğrafi, politik-hukuki, filolojik, etnoğrafik, sanatbilimi v.b.) dayanarak, bunlara göndermeler yapıp, analiz ve genellemeler yaparak, Rusya ve dünya tarih ve kültüründeki Batı ve Doğu diyalektiğiyle ilgili tarih ve kültür felsefesi meselelerini ele alıyordu.
2001 yılı Nisan ayı sonunda medya tarafından Rusya'da politik ve sosyal bir oluşum olan Avrasya Hareketi'nin kuruluş toplantısının yapıldığı haber verildi. Bu durum, Avrasyacılık'ın bütün kamuoyu tarafından benimsendiği ve siyasî bir güç haline geldiği manasına mı geliyor?
Bizde Avrasyacılık fikirlerinin yeni olduğunu söylemek yanlıştır. Yalnız bu etapta biz kendimize yakın olan entellektüel merkezleri ve politikacıları birleştirmek için çalışıyoruz. İş adamları, dünyanın gerçekleriyle tanıştıktan sonra daha önce ihmal ettikleri bazı işlemlerle karşılaşınca, çağdaşlaşmanın global kurallarını, görünmeyen dünya güçlerinin birbirlerini nasıl etkilediklerini merak etmeye başladılar. Bu bilgiler ticarette büyük önem kazandı. Bunlardan habersiz olanlar ise büyük gelir kayıplarına uğrayabilirlerdi. Bahsi geçen faktörler, Avrasyacılık hareketimizi, ekonomik, sosyal ve entellektüel alanlara yeni bir bakış açısı kazandıracak sosyal ve politik bir güç haline getirmiştir. Biz, "bakış açısı" prensibine dayanan bir siyasî hareketiz.
Amerika ile İrak arasında savaş uzun zaman sürmemiştir. Ama bu ABD’nin Pirr zaferi ve çöküşünün başlangıcıdır. Olanın anlamını kavramağa çalışmalıyız. Bağdat zaptedilmesiyle sona ermiş Amerikan-İrak savaşı, tek kutuplu dünya jeopolitiğinin tespit edilmesine yönelik ilk pratik yapılan adımdır. Biz görüyoruz ki, bu yolda ABD, güçlü Avrasya ülkelerinin ve ilk sırada Almanya, Fransa ve Rusya direnişiyle ilgili büyük problemlerle karşı karşıya geldiler.
Uluslararası Avrasya Hareketi’nin Kuruluş Kongremizi Melek Mikail günü arifesinde yapıyoruz. Bu sembolik bir şeydir. Ortodoks efsaneye göre Ulu Melek Mikail ve bütün manevi kuvvetlerin cemiasının günü denilen bayramın tarihi “9-uncu ayın 8-inci günü” olarak belirtilmiştir Eski çağlarda yein yıl Mart ayında başlıyordu. Dokuzuncu ay melek rütbelerinin simgesidir (yani meleklerin hiyerarşisinde 9 rütbe vardır). Sekizinci gün ise Ortodoks ananesinde ebediliğin, “Zamanın Uzayına döneceği” ve azametli “Çağların Sonu olacağı” Canlanma’nın kutsal anının, bir de İsa’nın ikinci Gelişinin sembolüdür.
Alman muhafazakar devrimci Arhtur Müller van den Bruk (unutulmamalıdır ki, avrasyacılık ta muhafazakar devrimciliğin bir akımıdır) kendi zamanda çok anlamlı sözleri yazmıştı: ‘Ebedilik muhafazakar tarafındadır’. Değerli Avrasyacılar, ebedilik tarafımızdadır. Monoteistik ananelerin tarihinde Ulu Melek Mikail çok önemli rölü oynar. O, melek ordularının, yani kötülük ruhlarıyla sürekli olarak savaşan iyliğin gök ordusunun amiridir. Bu büyük dramın zaman ötesi dikey eksenidir.
Bazı terimler, sık sık olarak kullanılmasından dolayı ilk anlamını kaybederler, tarihsel anlamını yitiriyorlar. “Sosyalizm”, “kapitalizm”, “demokrasi”, “faşizm” gibi kavramların anlamı muhteviyat açısından temel erozyonuna maruz kalmıştır. Kavramların adileştirilmesi işbu kavramları anlamsızlaştırıyor.
”Avrasyacılık” ve “Avrasya” kavramlarında da belirli bir belirsizlik vardır. Ama bu arada sebep bambaşkadır. Bu terimler fazla aşındırılmış değildir, onlara çok fazla yenidir, yepyenidir. Onlar ancak oluşturulmakta olan, ancak uygulanmağa başlayan siyasi lisana, ancak kurulmakta olan yeni fikri plana aittir. “Avrasyacılık” terimi canlıdır, sıkı olarak tespit edilmiş bir realiteyi değil, aktif ve dinamik bir süreci
ifade eder. Onun kesin ve tam anlamı tarihsel ve entelektüel uygulamaların neticesinde kazanılmakta ve dolayısıyla açık kalmaktadır, yani devamlı olarak kesinleştirilmesine, geliştirilmesine ve derinleştirilmesine muhtaç olmaktadır.
Jeopolitik, dünya çapında uluslararası ilişkilerin, güçlerin stratejik bilançosunun ve uluslararası birliklerin ile ihtilafların tahlilinin yöntemi ve şeklidir. Bunun iki kısmı vardır: sabit kısım ve değişken kısımdır. Jeopolitik yönteminin sabit kısmı, Deniz medeniyeti (talassokrasi) ve Kara medeniyeti (tellurokrasi) arasında halledilmez ihtilafının var olduğunu kabul eder. Belirli bir tarihi anda Ana Deniz Gücü (XX. Asırın ikinci yarısından itibaren bu güç, şüphesiz olarak, ABD’dir) ve Ana Kara Gücü (son üç yüzyıl içinde bu güç, tabii ki, Rusya İmparatorluğu – SSCB – çağdaş Rusya) arasında ilişkiler ne olursa olsun, işbu ilişkilerin gelişmesi ana ihtilaf ile (kıtaların ulu savaşı ile) önceden karalaştırılmıştır. Bu durum, amiral Mahan’den Nicolas Speakman’a ve Zbignev Brzezinsky’ye kadar amerikan stratejistlerin tüm stratejik kuramları ve etütleri için esastır. Çağdaş Amerikan stratejistler, gerek yeni muhafazakarlar (R.Perle, M.Ledeen, R. Caigan, P.Wolfovitz), gerekse de yeni liberalciler ve yeni demokratlar, bu baz jeopolitik modelini kabul ederler ve Avrasya (Heartland) ile ilgili kendi politikasını izlerken hesaba alırlar. Bu vaziyet birleştirilen kapların sistemi gibidir: Deniz medeniyetinin (Atlantikçiliğin) bir bölgede geliri var ise, demektir, tam bu bölgede Kara medeniyetinin (Avrasyacılığın) gideri vardır. Bunun tersi de geçerlidir.
Mesela, şundan başlayalım ki, Rusya ve Türkiye birbirine çok benzer, birbirine çok yakın ülkelerdir. Her zaman çok millet birleştirebilen, idare edebilen ve koruyabilen imparatorluk tipi kudretli devletlerdir. Yabancı güçlerin ajanları akıllarımızı bozdurduğu, bizi doğru yoldan saptırdığı ve milletlerimiz için tabii olmayan kanunlara göre bizi yaşattığı ana kadar halklarımız uzun, korkunç ve şanlı yolu geçebilmiştir. O zamanlarda biz büyük enginliklere sahip idik, çok dillerle konuşuyorduk. Çarımız fiilen Ortodoks aleminin başı idi. Padişahınız aynı zamanda bürün islam aleminin hükümdarı ve dünyada Rasullullah (a.s.s.)’ın halifesi idi. Hem siz hem de biz biraz farklı bir şekilde ama tek bir Allaha inanıyorduk. Hem siz, hem de biz dünya ahenginin mesnetleri olup, asırlar boyunca kendi özel gizli görevini yerine getiriyorduk. Milletlerimiz büyük ve gururlu idiler. Dünya sarraflarının ve faizcilerinin kıvır zıvır hayhuyunu hor görüyorduk. Zaman geçti ve bu sarraflar çok kuvvetli oldular. Tahtları devirerek, tapınakları tahrip ederek, onlar yavaş yavaş batı ülkelerini ellerine aldılar. O zaman devletlerimiz bu fitneye karşı gösterilmesi gereken tepkiyi az kaldı göstermediler veya gösteremediler. Ama sonradan anlaşıldığı gibi, bizimle ilgili planları da vardı. Termitler ağaçı içinden kemirdiği gibi onlar bizi içten zayıflatmak için birkaç yüzyıl boyunca gizlice ama yoğun bir şekilde çalıştılar. Öylece, ÕÕ asırın başlangıcında hem Rus, hem Osmanlı, hem Alman, hem Avusturya imparatorlukları çöktüler. Birbirimizle savaşırken, bizim ihtilal ve milli kurtuluş savaşlarının alevinde ve kanında ülkülerimizi temelleştirirken, üçüncü şahıslar kendi özel planlarını gerçekleştiriyorlardı. Neticede Rus ve Osmanlı medeniyetleri yokedilmişti. Batı liberal-demokratik modeline muhtemel alternatifleri olarak yokedilmiştir.