Türkiye’nin Avrasyacılık Stratejisi

Türkiye’nin Avrasyacılık Stratejisi

Dünya jeopolitik vaziyetinin sabit ve değişken kısımları

Jeopolitik, dünya çapında uluslararası ilişkilerin, güçlerin stratejik bilançosunun ve uluslararası birliklerin ile ihtilafların tahlilinin yöntemi ve şeklidir. Bunun iki kısmı vardır: sabit kısım ve değişken kısımdır. Jeopolitik yönteminin sabit kısmı, Deniz medeniyeti (talassokrasi) ve Kara medeniyeti (tellurokrasi) arasında halledilmez ihtilafının var olduğunu kabul eder. Belirli bir tarihi anda Ana Deniz Gücü (XX. Asırın ikinci yarısından itibaren bu güç, şüphesiz olarak, ABD’dir) ve Ana Kara Gücü (son üç yüzyıl içinde bu güç, tabii ki, Rusya İmparatorluğu – SSCB – çağdaş Rusya) arasında ilişkiler ne olursa olsun, işbu ilişkilerin gelişmesi ana ihtilaf ile (kıtaların ulu savaşı ile) önceden karalaştırılmıştır. Bu durum, amiral Mahan’den Nicolas Speakman’a ve Zbignev Brzezinsky’ye kadar amerikan stratejistlerin tüm stratejik kuramları ve etütleri için esastır. Çağdaş Amerikan stratejistler, gerek yeni muhafazakarlar (R.Perle, M.Ledeen, R. Caigan, P.Wolfovitz), gerekse de yeni liberalciler ve yeni demokratlar, bu baz jeopolitik modelini kabul ederler ve Avrasya (Heartland) ile ilgili kendi politikasını izlerken hesaba alırlar. Bu vaziyet birleştirilen kapların sistemi gibidir: Deniz medeniyetinin (Atlantikçiliğin) bir bölgede geliri var ise, demektir, tam bu bölgede Kara medeniyetinin (Avrasyacılığın) gideri vardır. Bunun tersi de geçerlidir.

Jeopolitiğin bu temel kanunu değişmez. Yöntem esasında iki prensibin karşı karşıya koyulması vardır. Bundan vazgeçmek, jeopolitikten vazgeçmek demektir. “Jeopolitik” diyen “medeniyetlerin ihtilafını” ve “kıtaların ulu savaşını” kasteder. Aksi takdirde konuşan ya konuyu bilmez ya da anlamsız sözleri söyler.

 

Jeopolitiğin sabit kısmı, Denizin ve Karanın, Atlantikçiliğin ve Avrasyacılığın, Batının ve Doğunun, deniz Leviafan’ının1 ve Su aygırının2 işbu düellosunun kroniğini takip eder ve inceler. Ama bu ana aleyhtarların alanları dışında “üçüncü bir alanı” -- rimland – sahil bölgesi bulunmaktadır. Çağdaş siyasi coğrafya açısından bu “sahil bölgesi”, Batı Avrupa’dan başlayarak Orta Doğu’dan ve Orta Asya’dan Uzak Doğuya ve Pasifik Okyanusa kadar, Avrasya kıtasının sahilleri boyunca uzanmaktadır. «Sahil bölgesi” doğal olarak iki unsurdan ibarettir. Bu bölgede birbirine karşı olan iki jeopolitik eğilim hem biribirine komşu oluyor, hem de birbiriyle savaşıyor. Her eğilim, her somut ülkeyi iki kutuptan birisine, ya Atlantik ya Avrasya kutubuna çekmektedir. Sahil bölgesinin tamamı kesin ve tam olarak atlantikçi veya avrasyacı olamaz. İkilik, bu bölgenin ayrılmıyan özelliğidir. Asıl sahil bölgesinin jeopolitik tarihinin kroniği, jeopolitiğin ikinci ve değişken olan kısmıdır. Kara medeniyetinin ve Deniz medeniyetinin merkezlerinde tarih yoktur. Bu kutuplar zayıflanabilir veya güçlenebilir. Ama her kutup her zaman karşı kutubun ötesinde bulunur. Atlantikçilik çekirdeği için Avrasyacılık zahiri bir şeydir. Avrasyacılık çekirdeği için Atlantikçilik her zaman yabancıdır. Sahil bölgesinde ise durum farklıdır: deniz eğilimleri kara eğilimleriyle karıştırılmıştır. Jeopolitiğin ikilik özü, sürekli ve aralıksız seçimi gündeme getiriyor. İki eğilimin oyunu ve bilançosu her zaman günceldir. Hiç bir sahil ülkesi kesin olarak Karaya (Avrasyaya) veya Denize (Atlantiğe) ait değildir. Eğilimlerin dengesi sağlamak amacıyla, hem bu, hem de o tarafa sürekli olarak yatırımların yapılması gerekiyor. Siyasi süreçler her zaman jeopolitik kutupların çekme gücünü hesaba alırlar. Yani belirli bir tarihsel anda yapılan seçim, daha sonra tasdik edilmelidir, yeni yatırımların yapılmasını ve yeni kanıtların verilmesini istemektedir, çünkü aksi takdirde alternatif jeopolitik eğilim yeniden yenebilir.

 

Global jeopolitik kapsamda Türkiye’nin yeri: sahil bölgesine ait olan kuvvetli bölgesel güç sürekli olarak kendi jeopolitik seçimini yapmak zorundadır.

 

Türkiye’nin “sahil bölgesine” ait olması jeopolitiğin aksiyomudur. Bu durum, XX. asırın dramatik tarihi boyunca oluşmuştur. XX asırın başlangıcında Osmanlı imparatorluğu durumu gayet farklı idi. Osmanlı İmparatorluğu bağımsız bir Kara gücü olup, kıta Avrupa’sının diğer güçleri gibi, iki karşıt vektörlerinin (İngiltere (Atlantikçilik) ve Rusya (Avrasyacılık)) etkisi altında bulunuyordu. Ama imparatorlukların çağında dünyanın jeopolitik vaziyetinin çizgileri daha bulanık idi. İlk jeopolitikçilerin kehanetlerinin, dünyanın siyasi haritasına tamamen uyulması için az kaldı yüz yıl gerekli olmuştur. Bir taraftan ABD, diğer taraftan Avrasya (Rusya) karşı karşıya geldiler... Ne olursa olsun, bugün Türkiye sahil bölgesine aittir. Dolayısıyla Türk siyasetin jeopolitik teoremi genelde iki eğilimin – Avrasyacılığın ve Atlantikçiliğin – savaşması ve dengelenmesi ile çözülür. Bu durumun aşırı hali, sahil bölgesinin direk işgalidir. Ama bu takdirde bile muhalefet için siyasi alan, ve dolayısıyla başka kutuptan jeopolitik desteğin aranmasıyla ilgili imkanlar kalır. Örnekleri biz çağdaş Vietnam, Kore, Afganistan jeopolitik tarihlerinde görüyoruz. Ama bölge çapında bağımsız rolü oynamak isteyen sahil ülkeleri veya ülkelerin birlikleri için atlantikçilik ve avrasyacılık arasında seçim gönüllü, aktif ve dramatiktir.

 

Vurgulamak istiyorum ki, jeopolitik seçim çoğu zaman somut ideolojilerin ve siyasi partilerin ötesinde bulunur. Tabii ki, jeopolitik seçim ve belirli ideolojik sistemler arasında belirli bir bağlılık ve simetri vardır. Ama herhangi kesin özdeşlemeler bu alanda imkansızdır. Avrasyacılık ve Atlantikçilik partileri sağ ve sol, dini ve layik, demokratik ve totaliter, muhafazakar ve ilerlemeci olabilir. Bununla sınırlanmadan, tek bir parti veya sisyasi sistem içinde karşıt jeopolitik meyilleri olan muhtelif gruplar bulunabilir. Böylece, her somut halde titiz tahlili yapmamız lazımdır. Parti, sosyal, ideolojik tartışmaların çerçevesinde jeopolitik teoremin çözülmesi çok garip bir şekilde geçebilir. Bu tartışmaların sonucunda aynı parti üyeleri barikatların farklı taraflarında bulunabilir, ve ters, önceden siyasi ve parti aleyhtarları barikatların aynı tarafında toplayabilirler. Jeopolitik, toplumun politolojik ve sosyolojik haritasına, özelliklerin bağımsız bir sistemi üzerinde kurulmuş ek bir koordinat şebekesini koyar.

 

Sahil bölgesine ait, kuvvetli bölgesel güç olan Türkiye için bütün bu durumlar son derecede mühimdir. Atatürk çağından itibaren Türkiye, güçlü milli şuuruna sahiptir. Türk millet, devletini çok yüksek ve az kaldı salt bir değer olarak kabul eder. Bu devlet ise bölge çapında bağımsız ve güçlü rolü oynamağa çalışır. Bu demektir ki, jeopolitik seçime yapılan siyasi iradenin tarihi ve manevi yatırımları, bir de Atlantikçilik ile Avrasyacılık kuvvet çizgileri arasında denge sağlanmak üzere gösterilen çabalar çok büyüktür. Asıl bu çabalar, her tarihi etapta milli yolun rotasını ve genelde siyasi süreci belirtir.

 

Sürekli jeopolitik seçiminin etapları

 

Osmanlı Imparatorluğu çöküşünden sonra yeni Türkiye’nin oluşum tarihi, yönelmelerin değişmesinin simmetrik dalgalarını gösteriyor. Başlangıçtan Rusya ile İngiltere arasında sıkıştırılan Türkiye, Orta Avrupa’ya, ve daha somut olarak Almanya’ya yakınlığı hisseder. Asıl Almanya, aynı sahil bölgesinin Kuzey-Batı sektöründe bulunarak, Türkiye ile yaklaşık olarak aynı dırımda bulunuyor. Almanya, Türkiye için Avrupalı Alter Ego oluyor. Ama Almanya’ya yönelme daha jeopolitik seçim değildir. Gerçekten bu arada daha seçilecek bir şey yoktur. Aynı jeopolitik vaziyette bulunarak, iki ülke doğal olarak birbirine sempati duyar, birbirini destekler ve bölgede koordine edilen politikayı izlemeğe çalışırlar. Türkiye, kıta Avrupasının (XX. Asırın ikinci yarısına kadar Almanya’nın) tabii bir müttefiği oluyor. Aynı zamanda Almanya, Avrupa’da Türkiye ilgilerini ve menfaatlerini ifade ve muhafaza eder. Sahil bölgesinde bulunan ülkelerin böyle ilişkileri, jeopolitik açısından çok mantıklıdır.

 

Gerçek seçim başka düzlemde ve kapsamda başlıyor. Bu seçim: Avrasyacılık mı veya Atlantikçilik mi?

Yeni Türkiye, Anadolu’da İtilaf ülkelerine (İngiltere’ye ve Yunanistan’a) karşı kanlı muharebede doğar. Mustafa Kemal Paşa, “Genç Türkiye”yi ingiliz-sakson (atlantikçi) projesine sert bir karşıtı olarak kuruyor. Yani yeni tarih Türkiye için İngiltere’ye karşı yönelik içtepiden başlar. Avrasyacı seçim ise modern Türk devletinin temelinde yatar. Atatürk’ün jeopolitik kararı, iki farklı yoruma imkan vermiyor: Türkiye, Atlantik müstemlekesi olmayacaktır. Türkiye, atlantikçilikten serbest olmayı ister. Bu seçim, yeni devletin ata-kurucusunun serbest ve temel bir seçimidir. Bu seçim, Avrasyacı seçimdir.

 

Ondan sonra biz, Sovyet Rusya yönüne simmetrik adımların serisine şahit oluyoruz. 1920 yılında yeni kurulan TBMM tarafından ilk hareketlerden birisi, SSCB ile diplomatik ilişkilerin kurulmasıdır. 1921 yılında TC ile SSCB arasında Dostluk ve Kardeşlik Anlaşması imzalanmıştır. Layiklik taraftarı olan Atatürk, bolşeviklikte istediğini görür: yeni milleti, layik cumhuriyeti, eski imparatorluk enkazlarından kalkan ve hızlıca gelişen Avrasya kutubunu. Kemal Atatürk Osmanlı mirasından vazgeçtiği gibi, Lenin de çarlık maziyeti ile tüm ilişkileri koparıyor. Kemalist Ankara ile Bolşevik Moskova birbirine yaklaşıyorlar. SSCB, savaşan Türkiye’ye askeri yardımı sağlıyor. Efsanevi Kızıl Mareşal Mihail Frunze kendisi, askeri danışman olarak Ankara’ya geliyor. Daha sonra SSCB çok iyi şartlarla kredileri Türkiye’ye açıyor. Sovyet uzmanlar, sanayı işletmeleri kurulması konusunda yardımcı oluyorlar. Kemalist Ankara’ya sempati simgesi olarak Kremlin, Karabağ bölgesini Sovyet Azerbaycana aktarıyor. 

 

Ancak sahil bölgesine ait olan herhangi başka bir ülkede olduğu gibi jeopolitik yönelme, bir taraftan izafidir ve somut tarihsel etkenlerle sınırlıdır, diğer taraftan ise her bölgesel güç, dünyanın ana jeopolitik kutuplarının çelişkilerini kullanarak, kendi milli kuvvetini ve bağımsızlığını güçlendirmeğe çalışır. Bu nedenle Atatürk Türkiye’yi “sovyetleştirmiyor”, sosyalizm ile kapitalizm arasında geçen “üçüncü yolu” seçiyor. Bu yol, sosyal ve özgün bir milli devletin kurulmasını öngörüyor. XX. asırın 30’larının ikinci yarısında Türkiye ile Rusya arasındaki ilişkiler soğuyor. Ankara, Atlantikçiliği reddederek ve Moskova’ya pozitif bir yönelmeden vazgeçmeden, herhalde iki kutuptan daha bağımsız olmak ister. Bütün  jeopolitik kanunlarına aykırı olarak Nazi Almanya’nın kendisini özel bir jeopolitik güç olarak ilan etmek çabaları, Türkiye’nin durumunu önemli derecede güçlendiriyor. Hitler’in kibirli cahilliği, dünya katliamına yol açıyor. Deniz medeniyetleri ve Kara medeniyeti, doğal olmayan, anormal bir ittifakı kurarak, büyük kayıplar pahasına yenilgi için mahkum olan ve iki jeopolitik kutuba karşı yönelik sahil bölgesi ayaklanmasının yangını söndürüyorlar.  

 

40 yılları sonunda Türkiye, yeniden jeopolitik yönelmeyi belirtmek zorunda kalıyor. O andan itibaren Almanya artık bir özel oyuncu olarak mevcut değildir. Avrupa parçalanmış. Siyasi seçim, son derecede açıklığa kavuşturulan ikilik jeopolitik vaziyeti şartlarında yapılmalıdır: Amerikan Atlantikçilik veya savaştan sonraki Sovyet Avrasyacılık? 

 

Bu sefer Ankara, kendi seçimini Atlantik ve Deniz medeniyeti lehine yapar. Bu sonuç, Washington’un ve Londra’nın başarılı diplomatik taktiğinin, ve Stalin’in iyice düşünülmemiş politikasının sonucudur. Savaştan sonra Doğu Avrupa’da SSCB için olumlu olan değişikliklerin oluşmasından sonra Stalin, Nazi saldırısı tecrübesini hesaba alarak sayıyor ki, sahil bölgesini kontrol etmek için en kolay yol, bu bölgeyi işgal etmektir. Bu konuyla ilgili olarak her zaman “Stalin’in Türkiye’nin Doğu bölgelerini ve Boğazları zaptetmek planları” için bahsedilir. İşbu planların yerine getirilmesi sonucunda “Çargrad” (yani “Çar-Şehir” – antik Rusya’da Bizans başkenti Konstantinopol bu isim altında meşhur idi) kurtulması için çar zamanına ait bir mit gerçekleştirilecekti. Bu planların belgesel bir tasdiği yoktur. Ama bu demek değildir ki, gerçekten böyle planlar olmamıştır. Her şey mümkün idi. Böyle planların gerek olması, gerekse de olmaması, İkinci Dünya Savaşını müteakkıp olayların jeopolitik mantığına aykırı değildir. Ama ne olursa olsun, bu mit, Ankara’yı Atlantikçiliğe cezbetmek üzere Amerikalılar tarafından başarılı olarak kullanılmıştır. Madem ki, Türkler için ulusal devlet en yüksek değerdir, bunu kaybetmek tehdidi de son derecede ciddi olarak göze alınmıştır. Ayrıca SSCB, Türkiye’nin bölgesel rakipleri olan başka islam ülkelerini çok aktif bir şekilde desteklemeğe başladı. Batı ise, Atlantikçilik stratejisine katılmaktan sonra Türkiye’ye emniyet garantilerini ve askeri muhafazayı teklif ediyordu.

 

Bu jeopolitik safhada Türkiye, atlantikçi seçimi yapıyor ve Washington mantığına uygun olarak kendi politikasını antikommünizm ve antisovyetizm temelinde kuruyor. SSCB de, Kuzey Kıbrıs konusunda kararlı olarak Yunanistanı destekliyor, kürt ayrılıkçılarına yardım ediyor. İsraile karşı Arap baasist ülkelerini destekliyor. Bütün bunlar, Türkiye’nin Deniz medeniyetine entegrasyonunu güçlendirir. Bu arada Türkiye’nin özgünlüğü kaybolmuyor. Birinci etapta biz “Üçüncü Yolun Avrasyacılığını” gördük ise, şimdi biz “Üçüncü Yolun Atlatikçiliği”nin doğmasına şahit oluyoruz.

 

XX yüzyılının ikinci kısmında Türkiye’nin atlantikçi stratejisi

 

XX yüzyılının ikinci yarısında Türkiye’nin bölgesel politikası, ABD’ye ve NATO’ya yönelmeyi saklamak ve kendi milli özgünlüğü ve bölgesel bağımsızlığını muhafaza etmek eğilimlerinin arasında denge sağlamak isteğiyle belirtilir. Ancak Washington’un ve Ankara’nın en sıkı yakınlığının dönemlerinde bile Türkiye hiç bir zaman kendisini Batı müstemlekesi olarak hissetmiyordu. Amerika ile ortaklık bilinçli olarak yapılmış bir seçim olarak kabul ediliyordu. Kuzey Kıbrıs olayı da belirli bir anlamda test idi: Türkiye ile Avrupa ülkesi olan Yunanistan arasındaki çatışmaya NATO’nun diğer ülkelerinin tepkisi nasıl olacak? Testin sonucu belirli bir derecede olumlu sayılabiliyordu. Ciddi bir tepki gösterilmemiştir.

 

Bu dönemde Türkiye, Orta Doğuda Batı’nın sağlam bir dayanağı idi. Layiklik idaresi, İslam faktörünün artışını frenliyordu. Osmanlı İmparatorluğu çağında oluşmuş tarihi Türk-Arap ilişklileri, Türkiye ile etrafındaki başka İslam ülkeleri arasındaki ilişkilere etkileyordu. Bu şartlarda Türkiye’nin İsrail’e yakınlaşması mümkün olmuştur. Aynı zamanda Ankara’nın sert antikömünist politikası ile ilgili olarak, Türkiye, SSCB liderleri gözlerinde muhtemel bir düşman idi. Türkiye’de

SSCB’nin türk milletlerine virtüel etkileme yapıları hazırlanıyor, Türk istihbarat Kafkasya’ya sızmağa çalışıyor, ideolojik laboratuvarlarda pantürkçülük fikirleri canlandırılıyor. Türk milletlerle iskan edilen geniş Avrasya enginliklerinin Moskova’nın kontrolü dışına çıkarılması için teorik esaslar kuruluyor. Bütün bunlar, türklerin özel bir iradesinin ifadesi değil, Atlantikçilik seçiminden kaynaklanan doğal tezlerdir. Ankara atlantikçi oyuna girdiyse, artık Atlantikçilik mantığı kapsamında gelişmek zorunda kalmıştır, yani kendi müttefiklerinin ve büyük ortaklarının düşmanlarına karşı çıkmalıdır. Bu şarttır. Atlantikçilik tarafına geçen için Avrasya düşmandır. 

 

Son 50 yıl içinde Türkiye’nin Atlantikçiliği sabit kalıyordu. Atlantikçilik ülkenin siyasi sisteminde kökleşmiştir. SSCB son günlerini yaşıyor diye anlaşıldığı zaman ise bu eğilimler özellikle sert ve açık oldular. Ankara’nın Avrasya düşmanına karşı virtüel ve gevşek faaliyetlerden daha aktif ve somut faaliyetlere geçmesi için fırsat olmuştur.

 

80’lerden itibaren SSCB karşı Atlantikçiliğin savaşı aktifleştirilmiştir. Türk elçiler SSCB’nin türk cumhuriyetlerinde, tatarların, başkırtların, çuvaşların, Kavkasya türklerinin oturduğu bölgelerde ve daha geniş olarak İslam ve Kafkasya ortamlarında aktif olarak çalışmağa başlıyorlar. Bu arada Ankara’ya yönelme, Batı’ya ve Washington’a yönelmenin, yani ikilik seçimini öngören jeopolitik mantığına göre ise Moskova’ya ve ruslara karşı genel yönelmenin özel bir çeşidi olarak görünüyordu. Pantürkizm somut şekillerini almıştı.“Türk entegrasyonu” hazırlamak amacıyla SSCB’ye muhtelif hayırseverlik vakıflarıyla ve misyonlarıyla birlikte çok sayıda türkçülüğü yayan kitaplar, dergiler ve propagandacılar akıverdiler.

 

1991 yılında SSCB’nin dağılımı (böyle bir izlenim var idi) bu proses için bütün imkanları sağlamıştır. Türk kuruluşlar ve şirketler, türkçülük ve bazan Türkiye içinde düşünülmez bile islamcılık şekillerinde biznesi, propagandayı ve humaniter projelerini birleştirerek, BDT ülkelerine hücüm ettiler. Türkiye Başbakanları, yeni Orta Asya devletlerine ve Azerbaycana gelerek, açık olarak Pantürk koalisyonu kurulmasına ve fiilen Volga nehrinden Yakutistan cumhuriyerine kadar kıtanın kocaman alanlarında Rus etkisine karşı mücadeleye çağırıyorlardı.

 

Türk istihbarat ta kendi faaliyetlerini Azerbaycan’da, Orta Asya’da ve Kafkas’ta çok önemli derecede genişletmiştir. Moskova’nın pozisyonları bir bölgede zayıflandı mı, Ankara derhal Rus karşıtı formatında bu bölgede kendi poziyonları güçlendirmeğe çalışıyordu. Bu eğilimler, zirve noktasına Çeçen savaşı yıllarında ermiştir. Bu savaş, lojistik, ekonomik, bilgisel ve başka türlü olarak Türkiye tarafından desteklenmiştir. Tabii ki, bu durumda Türkiye’de çok Çeçen göçmenlerin bulunması önemli bir faktör olarak kabul etmeliyiz. 

 

Kısaca, 90 yılların ortasında Avrasya’ya karşı yöneltilen Türkiye’nin atlantikçi rolü zirvesine erişmiştir. Moskova, ayrılıkçıların baskısına karşı zayıflık gösterseydi, Kuzey Kafkasya’dan gitseydi, son olarak zayıflansaydı ve başka bölgelerde de kontrolü kaybetseydi, Türkiye’nin heartland’dan koparılmış devasa Avrasya bölgelerinin idare edilmesine önemli derecede katılması tahmin edilebilirdi.  Belirli bir noktaya kadar Washington da bunu hiç engellemeyecekti ve pasif olarak teşvik edecekti. Zbignev Brzezinsky’nin “Büyük satranç tahtası” ("The Grand Chessboard" 1997) ve “Seçim. Hakimiyet ve önderlik” ("The Choice. Domination of Leadership", 2004) adlı kitaplarından anlaşıldığı gibi, SSCB dağılmasından sonra Rusya’nın dağıtılması, atlantikçi stratejisyenlerin gündeminde bulunan amaç idi. Türkiye, bölge çapında gelişmesi atlantikçiler tarafından arzu edilen ve yürütülen prosesin çok önemli bir elemanı olabilirdi.

 

Kitabın parentezi

 

Türkiye’de yayınlanmış “Rus jeopolitigi avrasyacı yaklaşım”, Ankara, 2003, kitabım, 90 yıllarının ilk yarısında yazılmıştır. Bu kitap, yüksek mertebeli sivil ve asker devlet adamları için, jeopolitiğin karmaşık koordinat sisteminde doğru yönelmesini kolaylaştıran öğretim kitabı olarak hazırlanmıştır. O zamana kadar jeopolitik bilimi Rusya’da az bilinen veya zaten bilinmeyen bir alan idi. Analitik çevrelerimiz yaptıkları çalışmalarda ya marksist ideolojik şablonları, ya da somut stratejik sorunların halledilmesiyle ilgili teknik modelleri kullanıyorlardı. Siyasi ve tarihi konjonktüre zaten bağlı olmayan değişmez jeopolitik prensiplerin anlatılması ile birlikte bu kitap bazı pratik tavsiyeleri de içeriyordu. Bu tavsiyelerin çoğu, Avrasya’nın stratejik pozisyonlarının ve özgünlüğünün muhafaza edilmesi amacıyla atlantikçi eğilimlere ve inisiyatiflere karşı mücadeleye yönelik idi.  Kitabın yazılma zamanı ve onun pratik amaçları, bazı fazla sert ifadelerin uslubunu açıklar. O dönemde Avrasya sistemi gözlerimiz önünde yıkılmakta idi. Onu muhafaza etmek ve takviye etmek ile görevlendirilenler ise perişan durumda bulunuyorlardı. Birbirini çabuk takip eden olaylar – marksizm ideolojisinin krizi, Varşava blokunun ve ondan sonra SSCB’nin dağılımı, liberal reformcular ile milli-yurtsever muhalefeti arasında oluşan sıcak çatışmalar, ekonomik çöküş, mafyo ve haydutluk fırtınası, Çeçenistan’da birinci savaş – devlet adamlarının çoğunu şaşırtmıştır.

 

Türkiye ise, bu yıllarda Moskova’nın zayıflığını kullanarak ve bir kere yapılmış jeopolitik seçimine uyan mantığı sürdürerek, aktif bir şekilde Atlantikçilik lehine politikayı gerçekleştiriyordu. Kitabımda Türkiye adresine söylediğim bazı aşırı sert sözler, Türkiye’nin “torn country”, “bölünecek ülke” olarak kabul edilmesi, aslında yukarıda tarif ettiğim durumların hesaba alınması şartıyla anlaşılır. Benim için bu pozisyon, savunma jeopolitik pozisyonu idi. Bunun hedefi, ülkenin siyasi ve askeri yönetmenliğinde bulunan decision maker’lerin dikkatinin, atlantikçilerin değişik taktiklerine karşı mobilize edilmesi idi.

 

Ancak bu kitap yazıldığı zamandan onun türkçeye tercüme edildiği zamana kadar 10 yıl geçmiştir. Jeopolitik bakımından bu 10 yıl çok önemli idi. Bazı mühim durumlar o arada büyük derecede değişmişlerdir. Ve bu konu için daha detaylı yorumlara ihtiyaç vardır.

 

Dünya jeopolitiğinde yeni olaylar

 

Son 10 yıl, dünya çapında kritik bir devir idi. Gözlerimiz önünde yeni dünya kuruluyordu. Sovyetler Birliği çöküşü aniden genel vaziyetin dengesini bozmuştur. Dünya jeopolitiğinde yepyeni, daha önce hiç zaman görülmemiş olaylar meydana gelmiştir. Büyük Oyun oyuncularının rolleri ve fonksiyonları da aslında değişmiştir. 

                                                                                                                                                                                                                      

SSCB çöküşü, Moskova’nın Atlantikçiliğe teslim olması (Gorbaçov ve Yeltsin zamanında hakim olan, Putin zamanında ise kısmen devam edilen siyasi uygulamalar) yeni bir realite için, yani tek kutuplu dünyanın oluşturulması için esasları yaratmıştır. Deniz medeniyeti (talassokrasi), yeni tarihte ilk olarak kendi jeopolitik rakibi olan Kara medeniyeti (tellurokrasi) üzerinde bu kadar açık üstünlüğü sağlamıştır. Büyük Oyun Terazisi birden Batı tarafına oynatmıştır ve bundan çok önemli sonuçlar kaynaklanmıştır.

 

Her şeyden önce, iki kutupluk çağında az kaldı monolitik Batı gayet çabuk olarak iki ayrı kutuba bölünmüştür: ABD (daha geniş olarak Amerika) ve Avrupa. Atlantikten geçen virtüel sınır, gerçek sınıra dönüşmeğe başlamıştır. Tek Batı yerine, kendi ayrı jeopolitik ilgileriyle, sorunlarıyla, perspektifleriyle ve dünya geleceğine dair projeleriyle birlikte iki jeopolitik güç – Avrupa ve Amerika meydana gelmiştir. O andan itibaren “Batı” kavramı kesin bir şey değildir. Gerek Avrupa Birliği, gerek NATO, gerekse de Dünya Ticaret Örgütü (WTO) ile ilgili olarak gayet ciddi alternatifler oluşmuştur. Avrupa kendi dövizini gerçekleştirmiştir, ABD için ciddi ticari rekabeti yapmağa başlamıştır ve ingiliz-sakson koalisyonun askeri projelerinden uzaklaşmıştır. Dolayısıyla bu zamandanberi ingiliz-sakson koalisyon dünyanın muhtelif noktalarında tek başına hareket etmek zorunda kalıyor. Bu proses daha bitmemiş, ama son İrak savaşı sırasında biz, ABD (ve İngiltere) ile Avrupa Birliği (Fransa ve Almanya şahsında) arasında tam anlamda muhalefet olarak tanımlanabilen bir şeye şahit olduk. Kıta Avrupası ülkeleri, ABD’ye karşı olan tarafta oldular. Tabii ki, Saddam Hüseyin rejiminin desteği sözkonusu değildi. Avrupa, direk Amerikan saldırıya karşı çıkmıştır. Bu durum, Büyük Oyuna önemli derecede etkilemiştir. Avrupa’nın, bölgesel sorunlar konusunda, onların arasında ise Ortadoğu bölgesi, İslam dünyası ve Arap ülkeleri konusunda kendi jeopolitik projesinin ve stratejisinin taslağı belirmeye başlamıştır.

 

İkinci önemli olay, islamcılık faktörü tarafından yeni bir önem kazanmasıdır. Arap dünyasında Sovyetler Birliği taraftarları olan sol milletçi rejimlerine (İrak, Sürya, Libya) ve Afganistan’daki marksist rejime karşıtı olarak CIA desteğiyle oluşturulan radikal islamcılık, mahut El-Kaide, SSCB dağılımından sonra kendi jeopolitik fonksiyonunu değiştirmiştir ve tek kutuplu dünya mimarları ve inşaatçıları için çok gerekli olan “dünya şeri”nin ve “dünya düşman”ının genel bir sureti olmuştur. Bugünden beri radikal islamcılık, Atlantikçilik jeopolitiğinin aleti değil, Batı’nın belirli bir mekan olmayan genel düşmanı olmuştıur. Bu düşmana karşı savaş, Amerikan stratejisyenlerin görüşüne göre, ABD tarafından dünyanın kilit noktalarında stratejik kontrol kurulması için ve ABD tarafından herhangi bir bölgede Amerika ilgilerine tehdit yaratabilecek devletlerin işlerine karışmak hakkının kabul ettirilmesi (2002 yılında Washington tarafından kabul edilen “sınırlı egemenlik” doktrini) için mazeret olmuştur. Yani radikal islamcılık, kaybolan “şer imparatorluğu” yerine gelmiştir. Geniş ve genellikle cahil Batı toplumu gözlerinde ise islamcılık kavramı islam kavramıyla kolay kolay karıştırılmağa başlamıştır. Gerçi bilir kişiler, islam ve islamcılık arasındaki farkı sürekli olarak anlatmağa çalışıyorlar, ama geniş kütleler bu nüansları zor anlıyorlar. Samuel Huntington tarafından ilan edilen “medeniyetlerin çatışmasında” islam dünyası açıkça Amerika’dan barikatların ötesinde bulunmaktadır.

 

Dikkate alınacak üçüncü durum, işbu yeni tek kutuplu dünyada Avrasya meselesinin ilk olarak gündeme getirilmesidir. İki kutuplu dünyada Avrasya jeopolitik bir realite olarak marksizm ve komünizm ideolojisiyle kapatılmış oldu ise, yeni şartlarda, gayet zayıf ve belirsiz Rus politikasının hesaba alınmasıyla, bu stratejik, ekonomik ve sosyal olarak birleştirilmiş kocaman enginlik cevaptan daha fazla soru ve gerçekten daha fazla ihtimal olmuştur. Ancak son yıllarda sosyalizm, sovyetizm, marksist ideoloji gibi kavramlardan ayırılmış olup, bu Post-Sovyet Alan denilen Avrasya, bağımsız bir jeopolitik konsept olmağa başlamıştır. Yakın geçmişinden koparılmış Post-Sovyet Alanının adlandırılması için Avrasya çok uygun bir terim olmuştur. Ama ideolojiyi ve bazı daha önce kontrol ettiği bölgeleri kaybederek, Avrasya (onun çekirdeği ise Rusya) herhalde bölgede ve dünya politikasında bile önemli rolü oynamağa devam ediyordu. Tabii ki, bu rolün çapı kısmen süredurum ve geçmişte kalan SSCB’nin “hayal ağrıları” üzerinde esaslandırılmıştır. SSCB, dünya politikasında gerçekten ana oyuncuların birisi idi. Gerek Sovyet halkı, gerekse de Batılılar ve tüm insanlık bu duruma alışmıştır. Kendisini SSCB varisi olarak ilan ederek, bugünkü Rusya tarihin yeni virajında SSCB’nin jeopolitik görevlerini kendisine yüklenmeye çalışmıştır. 90 yılların olayları, bu iddiaları tasdik etmemiştir ve çürütmüştür bile denilebilir. SSCB tarafından aktif ve gayet başarılı olarak kontrol edilen dünya süreçlerine Rusya etkisinin ani düşüşüne şahit olduk. Ama SSCB’den (belirli bir anlamda Çarlık Rusya’sından da) gayet somut şeyler kalmıştır: atom silahı, taşıt hatlarıyla birleştirilen kocaman alanlar, madenlerin ve enerji kaynaklarının taşıyıcılarının çıkarılmasıyla ve işlenmesiyle ilgili ekonomik sistemler, gayet iyi okumuş ve sosyal olarak bilinçli nüfus, büyük kültürel potansiyel. Artık Sovyet olmıyan, Post-Sovyet Rusya, ancak potansiyel bir oyuncu olup ve müstemlekecilik ile imparatorculuk şekillerinde komşu ülkelerine baskı yapmak imkanına ve isteğine sahip olmadan, yeni fonksiyonu kazanmıştır. Avrasya çekirdeği kalarak ve yavaş yavaş bu vaziyetin iyi tarafları bilerek, Rusya artık yeni esaslarda dünya politikasında pozisyonlarını güçlendirmeğe başlamıştır. Asıl Avrasya şudur: yeni dünya jeopolitiğinde daha sonuna kadar belirtilmemiş, ama gittikçe daha ve daha önemli olan bir jeopolitik etkendir. Bu yeni potansiyel özneye dünya prosesinin gerek tüm global, gerekse de tüm bölgesel katılımcılarının ilgisi vardır.

Dördüncü önemli durum: dünyada küreselleşme proseslerinin hızla gelişmesidir. Şu anda bu proseslerin gerçek çizgilerinden daha fazla virtüel özellikleri vardır. Küreselleşme etkisi altında bulunan alanlar: bilgi teknolojilerinin alanı, İntermet şebekesi, dünyada hakim olan elitlerin üst tabakası, gençlik merakları ve töreleri, ekonomi finansman sektörünün (kıymetli evrak piyasalarının) prosesleri. Bu arada küreselleşme modeli olarak, bütün dünyaya yayınlanan asıl Amerikan değerler oldular: liberal demokrasi, postmoderm kültürü, aşırı bireycillik, kollektifçiliğin tüm şekillerinin (ulusal, devlet, etnik, dini, sosyal ve başka özelliklerin) eritilmesi, ekonomide finasman sektörünün real sektörü üzerinde üstünlük vs.. Yani fiilen küreselleşme ile amerikalaştırma hemen hemen aynı özelliklere sahiptir. Ama önemli bir fark ta vardır. Amerika hegemonyasını öngören tek kutuplu dünyanın sert projelerinden farklı olarak, küreselleşme projesi, ancak ABD’nin dünyada hakimiyeti değil, “tarih sonu” (F.Fukuyama) ve “dünya hükümeti” başında olan “Dünya Birleşmiş Devletleri”nin kurulması perspektifiyle “Amerikan hayat tarzı”nın bütün insanlığa derin derin olarak kabul ettirilmesine ısrar eder. Tek kutuplu dünyanın kurulması, devletlerin egemenliklerinin ancak sınırlanması demek ise, küreselleşme bu devletlerin kaybolması demektir.

 

Beşinci dikkate değer bir şey: küreselleşmenin genel prosesi gayet başarılı olarak sınırlı çaplarda gerçekleşmesidir. İki Amerikan kıta artık gayet sıkı olarak entegre edilmiştir. Avrupa birliği, gözlerimiz önünde yekpare bir gerçek olmağa başlıyor. Rusya, Beyaz Rusya ve Kazakistan, eski Sovyetler Birliği alanlarını birleştirmeğe çalışıyorlar. Pasifik Okyanus bölgesi, Çin ve Japonya egemenliği şartlarında yakınlaşma yollarını aramaktadır. Ama bu tür bölgesel küreselleşmenin, Amerika örneğine göre oluşturulan dünya küreselleşmesinden farklı olarak, bambaşka bir anlamı vardır. Bir bölgeye ait olan ülkeler, müşterek medeni değerlerin esasında birleştirilerek, “imparatorlukların” çağdaş analoglarına dönüşüyorlar. Bu arada her somut bir halde, daha sert veya daha yumuşak bir şekilde ABD’den uzaklaşma ve kendi medeni prensiplerin Amerikan tarzdaki küreselleşmeye karşı koyulması sözkonusudur. Böyle bölgesel küreselleşme yepyeni, ultramodern bir olaydır. Potansiyel olarak bu proses, yıkılmış iki kutuplu dünyayı bile değil, futuristik ihtimal olan dört kutuplu dünyayı kurmaktadır. Bu dünyanın ana bölgeleri: Amerika, Avrupa, Avrasya ve Pasifik Okyanus bölgeleridir. Hem de bu bölgelerden her birisi, çeşitli milli, devlet, dini ve başka tür kısımlardan ibarettir.

 

Bütün bu yeni olaylar, “soğuk savaş” çağında Deniz medeniyetinin (kapitalizm kampı) ve Kara medeniyetinin (Sosyalizm kampı) arasında oluşan açık ideolojik mücadelede ve iki kutup arasında balanse eden sahil bölgesi üzerinde kontrol yapılması için pozisyonel muharebede cisimlendirilmiş olan klasik jeopolitik ikiliğinin tablosunu çok daha karmaşık ve komplike yapıyorlar. Yeni dünya tablosunda Atlantikçilik dünya çapında güncel ve az kaldı alternatifsiz olmuştur. Avrasyacılık ise alternatif jeopolitik senaryosuna dönüşmüştür. Bu arada her iki kutup eski ideolojik yükten serbest olmuştur. Kapitalizmin ile sosyalizmin karşı karşıya durması geçmişte kalmıştır. Jeopolitik çatışmalar ve ihtilaflar başka düzleme geçmiştir. Bu olayların, sınıflar savaşı terimlerinde açıklanması şu anda az kaldı imkansız olacaktı, ama jeopolitik terimlerin kullanılmasıyla bu iş kolaydır.

 

Son 10 yıl içinde Türkiye’nin jeopolitik fonksiyonunun radikal bir şekilde değişmesi: Atlantikçilik krizi

 

Dünyanın jeopolitik vaziyetinde oluşan yeni değişikliklerin tahlil edilmesi sırasında bütün ana oyuncuların jeopolitik fonksiyonlarında oluşan değişiklikler belli oluyor. Bölgesel politika çapında Türkiye’nin jeopolitik pozisyonunda değişikliklerin oluşmasına da şahit oluyoruz. 

 

Madem ki, ABD’nin en azından dış politikasının açık kısmında SSCB ve Rusya artık Atlantikçiliğin baş duşmanı değildir, Kafkas’ta, Orta Asya’da ve doğrudan doğruya Rusya Federasyonu alanında Türkiye’nin Rus karşıtı fonksiyonu güncelliğini kaybetmiştir. Gerek Türkiye’de, gerekse de Post-Sovyet Alanında aniden Pantürkçülük projelerine ilginin kaybolması, bunun açık delilidir. Moskova’ya karşı mobilize edilmesi amacıyla ve belli olmayan sonuçlarla genel Atlantikçilik stratejisi kapsamında SSCB’nin türk nüfusuna baskı yapmak çok fazla zor bir iş değilse, iki kutuplu dünya kaybolmasından sonraki şartlarda ciddi olarak Pantürk devletini kurmak bambaşka bir görevdir. Böyle bir proje gerçekleştirilmesi için ancak Türkiye’nin güçleri değil, bütün Atlantikçilik topluluğunun güçleri de yetersiz olacaktı. Bu topluluk ta artık hem parçalanmış halinde (Avrupa ve Amerika) bulunuyor, hem de ırk prensibi esasında herhangi entegrasyon proseslerine (ve özellikle Asya’da oluşan entegrasyon proseslerine) teorik olarak bile sıcak bakmıyor. Dolayısıyla Pantürkçülük entegrasyonu saf teorik model olarak bile Ankara tarafından bırakılmıştır ve böylece Rus-Türk ilişkilerin olumlu gelişmesi için bir önemli engel giderilmiştir. Üstelik, ilk etapta, 80’lerin sonunda ve 90’ların başlangıcında Türkiye, tüm türkler ve BDT’nin türk devletleri için çok cazip bir alternatif idi. Ama Rusya’da ve işbu türk devletlerde piyasa ekonomisi gelişince ve Batı ülkeleri ile ilişkiler genişlenince bu çekicilik önemli derecede kaybolmuştur. Gayet sert bir diplomatik usulü uygulayan güçlü milli devlet olan Türkiye, zayıf ve tereddüt eden Post-Sovyet ülkeleri için (özellikle bağımsızlığın ilk şoku geçtikten sonra) fazla ciddi bir seçim olmuştur. Bu ülkelerin çoğu için Türkiye, önemli bir ortak olarak kalmıştır, ama hiçbir yerde gerçek bir çekim merkezi rolünü oynamamıştır. Bu dönemde ABD de, Post-Sovyet Alanında Türkiye projelerinin desteklenmesinden vazgeçmiştir ve artık doğrudan doğruya, hazırladığı nüfuz ajanları şebekesi vasıtasıyla hareket etmeyi tercih etmiştir.

 

Devam etsek, Türkiye tarafından tek kutuplu dünyaya ve küreselleşmeye karşı gösterilen tepkiye bakmamız lazımdır. Yeni şartlarda Atlantikçilik ana stratejisinin muhteviyatı olan bu iki proje, gerçi farklı derecede, ama şüphesiz olarak Türkiye’yi tedirgin etmişlerdir. Türkiye’nin anafikiri ve özü, devlet kavramının saltlaşması üzerinde esaslandırılmıştır. Atatürk’ten sonra Türkiye, ulusal bir devlet olarak türkler için her şeydir ve herşeyden daha fazladır. Bu saltlıktır, iç özüdür (Kant terimi kullansak “Die Sache in Sich”). Asıl devlet değeri konusunda tam mutabakat, meşruiyetin türk anlayışını belirtir ve karşıt sosyal güçlerin (sol, sağ, dini, layik, batıcı ve ulusalcı) arasında denge sağlanması için bir kriter oluyor. Devlet değerinin saltlığı, XX. asırın ikinci yarısında Atlantikçilik politikasının meşru edilmesine esas olmuştur: “soğuk savaş”ta Batı tarafının seçilmesi, mevcut şartlarda Türk devletini güçlendirmek ve geliştirmek ihtiyaçlarıyla kanıtlanıyordu. Ama zaman geçiyor ve birdenbire Okyanus ötesinde bulunan ana müttefik ve patron – ABD – ya devlet egemenliğinin sınırlanacağını, ya da zaten devletin iptal edileceğini ilan ediyor. Bu ancak sözler kalmıyor. ABD, stratejik alanda baskı yaparak, Türkiye için tamamen elverişsiz olan bölgesel çatışmalara (mesela İrak’a karşı savaşa) aktif veya pasif bir şekilde Türkiye’yi karıştırmağa çalışıyor, finansman sisteminin çöküşünü kışkırtarak ekononiyi çöktürüyor, Kuzey Kıbrıs konusunda baskı yapıyor. Daha önce Atlantikçilik, pragmatik olarak Türk devletini destekliyordu ve muhafaza ediyordu, ama 90 yıllarının ortasında belli oldu ki, bu andan itibaren her şey değişmiştir ve Atlantikçilik rotasına açık bağlılığın devamı, belirli bir anda açık zararı da getirmeğe başlayacaktır.

 

Avrupa Birliğine kabul edilmesiyle ilgili oyalamalar da türkleri çok kızdırmaktadır. Bağımsız bir jeopolitik özne olan Avrupa, Arap ülkeleriyle ilgili bağımsız politikanın gelişmesine büyük bir ilgi göstermektedir. Bu durum, gerek Avro-Afrika kurulmasının perspektifiyle, gerekse de petrol teslimatlarını Avrupa’ya doğrudan doğruya Arap ülkelerinden, yani ABD’nin aracılığı dışında sağlamak isteğiyle ilgilidir. Türkiye ise uzun zaman, Atlantikçilik ve ABD stratejisine uyarak Arap ülkelerine karşı gayet hasım tutumu alıyordu.

 

İslam faktörü de yeni önemi kazanmıştır. İslam, türk özgünlüğünün bir ayrılmıyan parçasıdır. Ama İslam tarafından Türk toplumuna etki oranıları çok kesin ve detaylı olarak belirtilmemiştir. Layik devlet olarak Türkiye, dini çevrelerin layiklik ve modernizasyon prensipleriyle çizilen sınırlarda sıkı olarak kalmalarını ve siyasi alanda çok kesin olarak belirtilmiş kaidelere göre hareket etmelerini çok uyanıklı olarak takip ederler. Arap dünyasında ve İran’da İslam fonksiyonları çok farklı olduğu için Türkiye’nin İslam dünyasının işlerine aktif bir şekilde girilmesi, mevcut zayıf ve gevrek denge bozulmasına yol açabilir. Bu dengeyi saklamak düşüncesiyle ordu birkaç yıl önce ülkenin siyasi hayatına doğrudan doğruya karışmak zorunda kalmıştır. Radikal İslamcilik Ankara için kara düşmandır. Türkiye yönetmenliği görüşüne göre bu tehdidin artması doğrudan doğruya devletin zayıflanmasına sebep olabilir. Bu durumlar zaten birbirine bağlıdır. İslamcılık yıkıcı bir güç olarak devletin zayıflandığı zamanlarda aktifleştirir. Devlet ise radikal islamcılık çevrelerinin aktifleştirilmesinden dolayı zayıflanır.

 

Bu durumda, 90 yılları ilk yarısında olduğu gibi Kafkas’ta Rus karşıtı olan islamcı ve ayrılıkçı Çeçen mukavemetinin desteklenmesi, Ankara için intihara benzeri bir şey olmuştur, çünkü Türkiye’ye dinlenme ve tedavi için gelerek, Çeçen militanlar “islamcılık ihtilal”ini da ithal ediyorlardı.

 

Bütün bu etkenlerle ilgili olarak XXI asırının başlangıcında Türkiye’nin jeopolitik rotası ciddi olarak değişmeğe başlamıştır. XX yüzyılının 50 yıllarında yapılmış jeopolitik seçimini gözden geçirmek ihtiyacı gündeme gelmiştir. Ve bu gözden geçirme prosesine ancak Türkiye yönetmenliği değil, geniş toplumsal ve siyasi güçler de katılmışlardır. NATO’ya ve Washington’a yönelme, bu andan itibaren cevapların yerine daha fazla soruları, ve artıların yerine daha fazla eksileri getirmeğe başlamıştır. Yeni kesin bir seçim daha yapılmamıştır (objektif sebeplerden dolayı bu seçim o kadar çabuk yapılamaz), ama herhalde biz diyebiliriz ki, son 5 yıl içinde Türkiye, Post-Sovyet Alanında (Güney ve Kuzey Kafkas’ta, Orta Asya’da, asıl Rusya alanında) kendi atlantikçi aktivitelerini daraltmıştır.

 

Bu dönemde Türkiye’de “Avrasya” terimi sık sık olarak kullanılmağa başlamıştır. Türk Avrasyacılığın ilk belirtileri meydana gelmiştir.

 

Türkiye’nin milli fikri olarak Avrasyacılık

 

Avrasyacılık, Türkiye’de en aktif bir şekilde sol çevrelerde yayılmağa başlamıştır. Bu Avrasyacılığın sol, “komünist” versiyonudur. 90 yıllarının başlangıcında Rus komünistler (G.A.Züganov yönetmenliği altındaki Rusya Federasyonu Komünist Partisi) de benzeri bir evrimi geçirerek, grubumuzdan çok Avrasyacılık fikirlerini kabul ederek benimsemişlerdir ve bunları yeni şartlara revize ve adapte edilmiş komünist teorilerle birleştirmişlerdir. Türkiye’de ise Avrasyacılık fikirleri Sn. Doğu Perinçek’in yönetmenliği altındaki İşçi Partisi, “Aydınlık” dergisi ve bu çevreye yakın başka kuruluşlar tarafından kabul edilmiştir. Bu proseste, sol ve aşırı sol çevreler için geleneksel olan Antikapitalist ve Antiamerikan vektör, sürekli olarak artan milliyetçilik ve neo-kemalizm ile birleştirilmiştir. Bu proses ile birlikte jeopolitik ve strateji için büyük ilginin uyanması, bu çevreleri Avrasyacılık problemlerine getirmişlerdir.

 

Bununla beraber, tamamen farklı güçler de – sağ milletçiler, merkezciler, bazı dini çevreler, Türkiye’nin askeri yönetmenliğinin bir kısmı, Ahmed Yesevi Vakfı ve ASAM vakfı gibi entelektüel vakıflar, BDT ülkelerinin ve Türkiye’nin aydınlarını yakınlaştırmağa çalışan “Diyalog Avrasya platformu” hareketi, Erkan Süver’in “Avrasya Forumu”, Türkiye Ticari Odasının Avrasya departmanı, yeni kurulan ve Avrasya’da işbirlik geliştirmesini amaçlayan RUTAM organiasyonu, non-konformist “Yarın” dergisi – Avrasyacılığa ilgi göstermişlerdir. Nihayet, özel ve resmi görüşmeler sırasında Cumhurbaşkan Tayyip Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Abdullah Gül de Avrasyacılığa destek ifade etmişlerdir. Her somut bir halde Avrasyacılık fikri biraz farklı yorumlanıyordu, ama ana vektörü belli idi: Ankara, yeni oluşmuş jeopolitik sisteminin meydan okumalarına aktif olarak cevap vermeyi çalışıyor, kesin atlantikçi seçiminden vazgeçiyor, daha önce uygulanan Rus karşıtı olan senaryoları daraltıyor veya durduruyor, yeni dünyada kendi yeni yerini belirtmeğe çalışıyor, yeni Avrasya’ya yeni gözlerle bakıyor, yeni şartlarda Rusya ile işbirliğinin yeni şekillerini arıyor. 

 

Bu tür pragmatik Avrasyacılığa parallel olarak Türk aydınlar çevrelerinde Türk özgünlüğün belirtilmesiyle ilgili olan, daha ilginç nitelikleri taşıyan ve daha derin muhteviyatı olan süreçler gelişmeğe başlamıştır. Aydınların bir kısmı, Rusya ve Post-Sovyet Alanı dikkate almadan bile, Türkiye’nin, coğrafyası ve etnopolitik vaziyeti bakımından, tamamen Avrasyalı bir ülke olduğunu, tamamen Avrasyalı imparatorluk geçmişine ve Avrasyalı sosyal piskolojisine sahip olduğunu anlamışlardır. Türkiye, Batıya giden, ama derinliğinde Doğu kalan Doğudur. Türkiye, derin derin olarak Doğuya giden ve Doğu değerleriyle ergitip kaynaştırılmış Batıdır. Çağdaş Türkiye (çağdaş Rusya gibi) Avrasya İmparatorluğu enkazları üzerinde kurulmuştur. Türklerin kökleri, kıtanın sınırsız enginliklerindedir, ama hareketinin vektörü Batıya yönelmiştir. Yani Türkiye, asıl Avrasya’dır, halkları ve devletleri yeni bir tarihi olaya ergitip dönüştüren güçlü tarihi ve siyasi iradenin pıhtısıdır. Türkler içinde Batı ve Doğu tabiatları ayırtılamaz bir şekilde birleştirilmiştir. Bu sentezin ekseni ise Ulusal Türk Devlettir, derin derin olarak Avrasyalı bir Devlettir.

 

Türklerin Avrasyalı özgünlüğünün fikri en parlak bir şekilde ünlü türk şair Atilla İlhan tarafından ifade edilmiştir. Atilla İlhan, “Türklerde Asya ruhu esiyor. Avrupa’da biz her zaman ikinci sınıf insanları olacağız. Daha kötü olduğumuz için değil, farklı olduğumuz içindir. Kendimizde cesaret bulup, kendi kendimiz olalım, tükler olalım, avrasyalılar olalım” der. Sayın Atilla İlhan örneğinde biz kesin olarak stratejik düşüncelerden ve jeopolitik mantığından yeni özün arayışına geçiyoruz. Avrasyacılık burada yeni önemi ve yeni içeriği kazanıyor. Bu artık ulusal ve siyasi tarih mantığının derin olarak gözden geçirilmesine bir yaklaşımdır, medeniyetlerin çeşitliliğinin tespit edilmesi ve toplumsal gelişme konusunda Batı (Amerikan) yolunun üniverselliğinin reddedilmesidir. Asıl Sayın Atilla İlhan’da, onun taraftarlarında ve takipçilerinde Avrasyacılık, yeni bir “dünya görüşü”nün ve ve çağdaş Türkiye’nin “milli fikri” niteliğini kazanıyor.

 

İrak, Kuzey Kıbrıs ve Haziran 2000’de yer alan NATO’nun İstanbul zirvesi

 

Son yılların olaylarında Türkiye’de Atlantikçilik stratejisi krizinin açık belirtilerini görüyoruz. Burada herşeyden önce ABD tarafından İrak işgal edilmesine karşı protestoları ve Türkiye alanında bulunan NATO Hava kuvvetleri üslerini İrak’ın bombalanması için kullanılmasına izin verilmemesini kastediyoruz.

 

Tabii ki bu arada, Türkiye’yi en fazla Kürt sorunu rahatsız ediyor, çünkü Bağdat’tan fiili bağımsızlığı kazanan İrak kürtleri, otomatikman olarak Kürdistan’ın türk kısmı için istikrarsızlık kaynağı olacaktır. Kürt sorunu, Türk devlet için ciddi bir sorundur. Dolayısıyla İrak savaşı, Türkiye’nin Atlantikçiliğe bağlılık derecesinin testi olmuştur. Amerikan Patron, kendi küçük müttefiğini, ilgilerine karşı olan adımları attırmağa çalışımıştır. Ama bu sefer Türkiye, şartsız bir bağlılık içn testi geçmemiştir. Ankara’da Atlantikçilik güçlerinin büyük bir nüfuzu olmasına rağmen (iki kutupluluk döneminin süredurumu ve nüfuz ajanlarının temin edilmesi konusunda Amerikan çalışmaların etkinliği), Türkiye Büyük Milli Meclisi ve Türkiye Hükümeti ABD taleplerini reddetmişlerdir. Bu ret, belirli bir anlamda Amerika’ya meydan okuma ve Avrasya stratejisinin ilk önemli ve bilinçli bir ifadesi idi. Türkiye ikitidarları, devlet kaderine dair endişeleri göstererek, bağımsızlığın türkler için en önemli bir değer olduğunu teyit ederek,  geniş halk kütlelerinin ve kamuoyunun isteklerini tatmin etmişlerdir. Türkiye’de Antiamerikan gösterilerin dalgası geçmiştir.

 

Bu arada en ilginç detay şudur ki, Amerika’ya karşı protesto, Türkiye’nin çok farklı ve çoğu zaman birbirine karşıt olan güçleri – sol, milletçi ve dini çevreleri – birleştirmiştir. Bu kadar geniş siyasi tayf gösteriyor ki, Türkiye’de Avrasyacılığın perspektifleri çok büyüktür ve herhangi bir siyasi parti veya güç seviyesini aşmaktadır.

 

İkinci önemli bir sorun, Kuzey Kıbrıs sorunudur. “Soğuk savaş” çağında, bu toprak sorunu başlangıcında Batı, saklı bir şekilde Ankara’ya destek gösterdiyse (SSCB ise o zamanda Kıbrıs rumlarına destek vermiştir), bugün bu problem çözülmesiyle ilgili olarak bütün teklif edilen senaryolar, türk ilgilileri zaten hesaba almamaktadır. Washington tarafından azami olarak garanti edilen bir şey, Avrupa Birliği üyesi olacak Birleşik Kıbrıs’ta türklere karşı toleranslı muamele uygulanması ve Kuzey Kıbrıs’ta mülkiyet sorunların halledilmesi sırasında fazla radikal reformların yapılmamasıdır. Başka sözleri kullansak, Türkiye Kıbrıs’ta bütün sahip olduğu pozisyonları kaybetmelidir. Kıbrıs türkleri ise, Rumların egemenliği altında olacak Birleşik Kıbrıs’ta barışça olarak eritilmelidir. Bu durumda Rauf Denktaş, Batı için “non-grata” şahsı oluyor. Çünkü bu adam, daha yeterli bir derecede küreselleştirilmemiş, “genel insanlık” standartına daha getirilmemiş Türkiye’nin simgesi oluyor. Ne olursa olsun, Kuzey Kıbrıs meselesinde türkler daha bir kere görüyorlar ki, Ankara’nın atlantikçi stratejisi, artık milli devlet sağlamlaştırılmasının garantisi olmaz. Ve yeniden bütün ülkede Kuzey Kıbrıs’a destek olarak gösteriler var. Ve yeniden bu gösterilerde sağcılar ve solcular birliktedir.

 

Nihayet, Haziran 2004’te yer alan NATO’nun İstanbul zirvesi. İstanbul sokaklarında kütlesel Antiamerikan gösterileri gören Bush, biraz kendisine gelip, “Türkiye, bölgede ABD’nin en önemli müttefiğidir” ve “Layik Türkiye, radikal İslam yayınlanması için en önemli bir engeldir” gibi heyecanlı sözleri söylüyor ve Türkiye’nin Avrupa Birliğine hemen kabul edilmesini Avrupa Birliğinden talep eder. Bellidir ki, bu sözler ve hareketler, Türkiye’de Atlantikçilik nüfuzunu güçlendirmek umutsuz bir çabasıdır ve Avrasyacı eğilimlerin artışına biraz gecikmiş tepkidir. Ama Bush Junior’un bu sözlerinden sonra gerçek işler sözkonusu değildir, imkansızdır. Yeni şartlarda ABD, kendi jeopolitik stratejisinin rehinesi olmuştur. Küçük müttefiklerini somut sorunların halledilmesi için alet olarak kullanarak ABD, “soğuk savaş” zamanında bu müttefiklere sağlayabildiği menfaatleri ve ayrıcalıkları bugün artık sağlayamaz. Atlantikçilik startejisine bağlılığın devam edilmesi karşılığında Washington Türkiye’ye gerçekten hiçbir şey teklif edemez. Ancak bir müttefik kendi ulusal devletine, hürriyetine ve bağımsızlığına çok fazla değer verdiği için ABD, tabii ki, Dünya hakimiyeti ve küreselleşmesi planlarından vazgeçmeyecektir ya! Gerçi George Bush Junior, yüzünün ifadesine göre, Kemal Atatürk fikirleri ve işleri ne olduğnu bilmezdir.

 

Tanınan Amerikan yeni muhafazkar ve intellektüel Charles Kupcan «Amerikan çağın sonu» (“The end of the American era”) adlı yeni kitabında yazdığı gibi ABD, “kendi dünya misyonunun rehinesi olmuştur. ABD bu misyonu yerine getiremez, ama aynı zamanda bu misyondan vazgeçemez”. “İmperi” adlı İtalyan haftalık dergi ile mülakatında, “İrak’a karşı savaşta Bush politikası desteklenmesi karşılığında Avrupa ülkeleri ne elde ettiler?” sorusuna Kupchan çok sert olarak “Hiç bir şey!” cevap vermiştir. Aynı durum Türkiye için de geçerlidir. Bugün Washington ile ilşikileri güçlendirerek, Ankara kendisini gerek İslam dünyasına karşı, gerekse de Avrupa’ya karşı koyacaktır. Rusya ile ihtilaflar canlandırılacaktır. İç istikrarsızlığı yeniden meydana gelecektir. Bütün bunlar, sosyal ve siyasi entropinin daha bir büyük dönüşü demektir.

 

İstanbul’da NATO zirvesi sırasında sokaklara oluşan olaylar kesin olarak tasdik ettiler ki, Avrasyacılık gittikçe Türk politikanın temel bir parçası olmağa başlıyor. Bu ise demektir ki, Rusya, BDT ülkeleri, Avrupa, İslam dünyası bugünden itibaren Türkiye’ye yeni gözlerle bakmalıdırlar. Türkiye, bugünden itibaren yepyeni bir şeydir!

 

Avrasya’nın stratejik entegrasyonu projesidir.

 

Şimdi biz geleceğe de göz atabiliriz ve Türkiye’nin avrasyacı stratejisinin ana istikametlerini tasarlayabiliriz. Tabii ki, bu daha saf teorik bir projedir. Ama yukarıda gördüğümüz gibi somut siyasi ve sosyal gerçekler, belirli bir anda teorik tasarılara çok yakın yaklaşabilir. Bazı teorik tasarılar ise ters, gerçek ile düzeltilir, doğrultulur. 

 

Türkiye’nin Avrasyacı özgünlüğünü esas olarak kabul edersek, Türkiye’nin bölgede uygulayacağı yeni strateji 4 eksen, 4 istikamet dahil etmelidir: Ankara-Moskova, Ankara-Tehran, Ankara-Brüksel, Ankara-Er-Riyad. Bu durumda Ankara, iki büyük jeopolitik entegrasyon projelerinde beşinci (ve merkez!) elemanı olacaktır. Birincisi, Moskova-Tehran aksında gerçekleştirilecek Avrasya entegrasyonu projesidir. İkincisi, Avrupa ve Afrika entegrasyonunu öngören Büyük Avrupa’nın projesidir.

 

Türkiye, Atlantikçiliğin cephe kalesi değil, bölgesel güç merkezleri sisteminde kendi ilgilerini muhafaza eden bağımsız bir oyuncu olacaksa, bu ülke, güçlü Avrasya Stratejik İttifakının kurulmasında çok büyük, belki de başlıca rolünü oynayabilecektir. Son zamana kadar Kafkas ve daha küçük bir derecede Orta Asya sorunları, jeopolitikçiler tarafından Rusya-İran ekseninin kurulmasına ciddi bir engel olarak kabul ediliyordu. Bu bölgeler, Avrasya alanı bağımsızlığını sağlamak isteyen ülkeler ile Atlantikçiliği temsil eden Türk çekim merkezi arasında oluşan rekabet sahası sayılıyordu. Bu ikilik modeli, boru hatlarının döşeme yollarının belirtilmesi, diplomatik görüşmelerin yapılması, stratejik sözleşmelerin imzalanması, Azerbaycan faktörünü sömürmek (yani Karabağ ve Güney Azerbaycan sorunlarını başka amaçlara kullanmak) çabaların yapılması sırasında hesaba alınıyordu. Ama Ankara bu bölgede Rusya karşıtı ve aynı zamanda İran karşıtı olan bir güç yerine, tam anlamda daha bir Avrasyacı oyuncu oldu mu, bu tablo hemen kökten değişiyor. Kafkas’ta Türk nüfuzunun aletleri artık yıkıcı değil, kurucu ve entegre aletler oluyor. Türkiye, tabii ki, önceden kendi milli ilgileri konusunda şartları koyarak, Moskova ve Tehran ile birlikte, tüm haklara sahip olan bir taraf olarak Avrasya entegrasyonuna katılıyor. Türkiye ile Rusya arasında ilişkiler sürekli olarak iyileşmektedir. Ama tüm etkenlerin hesaba alınmasıyla müştereken düşünülen Avrasya stratejisi hakkında mutabakat sağlamamız halinde ilişkilerimizin niteliği yeni bir seviyeye çıkacaktır. Tehran ile ilgili durum daha zordur. Gerçi, büyük ihtimal, bu zorluklar daha fazla tarihi süredurum ile ilgilidir. Türkieye, islamcılık tehlikesi açısından İran ile yakınlaşmasından korkar. Ama bugün İran, kendi siyasi sisteminin başka ülkelere yayınlanmasından, islamcılık devriminin ihracatından vazgeçmiştir. Artan Atlantikçiliğin baskısı şartlarında bölgede istikrar sağlanması ve kendi siyasi siteminin korunması, Tehran için şimdi daha önemlidir. Aslında Türkiye’nin, Rusya’nın ve İran’ın aynı sorunları vardır. Atlantikçilik ve küreselleşme senaryolarına göre bu ülkelerin devletleri, egemenlikleri ve bağımsızlığı yok edilecektir. Bu yok etme ne şekilde olacak, yumuşak ortaklık vasıtasıyla mı veya sert mücadele vasıtasıyla mı (İran, unutmayalım, ABD tarafından “şer ekseni”ne ait bir ülke olarak kabul edilir), pek önemli değildir. Biz biliyoruz ki, bazı durumlarda “dostlar” düşmanlardan daha tehlikelidir. Soft power ise hard power’den daha etkili bir şeydir.

 

Avrupa Birliği ile ve Arap dünyası ile ilşikiler, problemin ikinci tarafıdır. Avrupa kendisi bugün biraz Avrasya halinde oluyor. O, transatlantik ABD ile kıtasal Asya kütlesi arasında bir ara mekanını işgal etmektedir. Avrupa’nın milli ve dini yapısı da değişmiştir. Dolayısıyla Avrupa da bugün kendi yeni özünü ve dünyada yeni yerini aramaktadır. Avrupa’ya girilmesi bütün sorulara cevaptır diye düşünenler, büyük hata yapıyorlar. Bugünkü Avrupa sorudur, arayıştır, kriz ve belirsizliktir. Avrupa sadece birkaç ülkelerin grubu olmak istemiyor ve artık olamaz. Ama yeni bir demokratik İmparatorluk olarak ta daha uyanmamıştır. Türkiye için önemli olan, Avrupa Birkiği ile eşit, pariteli ilşikilerin kurulmasıdır. Türkiye, Avrupa Birliği üyesi olacağına veya olmayacağına (büyük ihtimal, olmayacaktır) bağlı olmadan, o, Atlantikçilik stratejisi temelinde yatan Avrupa karşıtı ve Arap karşıtı fonksiyonlarından vazgeçerek, Brüksel ile dengeli ve pozitif ilişkileri kurmalıdır. Bu bir paradoks gibi gelebilir, ama asıl Avrasyacı görüşü benimseyen, kendi milli ilgilerine konsantre edilen ve aynı zamanda Avrupa, Rusya (BDT) ve İran ile birlikte entegrasyon proseslerine aktif olarak katılan Türkiye, Avrupa için, kendi layikliğinde inatla ısrar eden, bütün komşulara düşman olan, sert milli ideolojiyi yayınlayan ve “insan hakları”nın durumunu uyanık olarak takip eden gözlemciler için sürekli olarak (özellikle kürt sorunu konusunda) endişe kaynağı olan Ortadoğu ülkesinden çok daha yakın ve dostça bir ülke olacaktır.

 

Gelişmenin aynı vektörü, İslam dünyası ile kurulması gereken ilişkilerin stratejisi için ideal olacaktır. Layikliği ve geleneksel İslamı toplayan Türkiye’nin özgün modeli saklanması için, bu modeli (Washington istediği gibi) Arap ve diğer İslam ülkelerine propaganda etmek değil (bu tür propaganda herhalde başarısız olacaktır), Ümmet ülkeleriyle dengeli ortak ilişkilerini kurmak çok daha faydalı olacaktır. Avrasya dinlerinin konserinde İslam ananesinin yeri yüksek ve etkilidir. Dolayısıylа, Avrasya İslamı ve Avrasyacılık kendisi, İslam ülkeleriyle diyalog kurulması için optimal bir formattır. Bu arada Türkiye, kendi ulusal ananeler esasında kurulan siyasi sistemi seçmek ve din ile siyaset arasında oranı ve dengeyi belirtmek hakkını saklayacak. Bu hakkı garanti edilecektir.

 

Ankara tarafından Avrasyacı seçimi yapılması halinde Ankara’dan yıldız biçiminde dört tarafa giden 4 şartlı eksen, Türkiye için Avrasyacılık stratejisinin kısa bir taslağıdır. Herhangi başka bir tarihi seçimin gibi, bu seçimin de kendi rizikosu ve kendi giderleri vardır. Bu giderler mutlaka hesaplanacak ve minimuma kadar azaltılacaktır. Avrasyacılık istikametine aniden çok hızlı adımları atmak ta anlamı yoktur. Avrasyacılık, tüm ana oyuncuların (Moskova’nın, Tehran’ın, Brüksel’in, Arap ülkelerinin) resmi bir stratejisi daha olmamıştır. Ama herşey yavaş yavaş bu istikamete gidiyor. Önceden ana vektörleri belirtmek çok önemli bir şeydir. Arkası, artık zaman ve siyasi konjonktür işleridir. Bu alanda çok muhtelif güçler, gruplar, taktikler, fikirler ve etkiler birbiriyle savaşmaktadır. Bu savaş ise somut politikanın içeriğidir.




1 Lefiafan – Hırıstiynalık ve Yahudilik mitolojisinde Kocaman Deniz Ejderhası.

2 Hırıstiyanlık ve Yahudilik görüşlerine göre Leviafan denizin en garip mahluğu, su aygırı ise karanın en garip mahluğudur.