Alexander Dugin yazdı: Büyük Yeniden Başlatma (Reset) ve Büyük Uyanış -2

LİBERAL İDEOLOJİNİN ÖZET TARİHİ: BİR DORUK NOKTASI OLARAK KÜRESELLEŞME ADCILIK

Biden’in zaferinin tarihsel ölçeğini ve Washington’un “Büyük Yeniden Başlatma”ya doğru “yeni” rotasının tam olarak ne olduğunu açıkça anlamak için, liberal ideolojinin oluşumunun köklerinden başlayarak bütün tarihine bakılması gerekir. Ancak o zaman durumumuzun ciddiyetini tam olarak anlayabiliriz. Biden’ın zaferi tesadüfi bir olay değildir, küreselci bir karşı saldırının duyurulmasıdır. Her şey çok daha ciddi. Biden ve arkasındaki güçler, Orta Çağ’a kadar uzanan, kapitalist toplumun ortaya çıkmasıyla modern zamanlarda olgunluğa ulaşan ve bugün teorik olarak en başından beri ana hatlarıyla belirtildiği gibi, son aşamasına ulaşan tarihsel bir sürecin doruk noktasını temsil ediyor. Liberal (= kapitalist) sistemin kökleri, evrenseller hakkındaki skolastik tartışmaya dayanıyor.

Bu anlaşmazlık Katolik teologları iki gruba ayırdı: Bazıları genelin varlığını (türler, cinsler, evrenseller) kabul ederken,  diğerleri yalnızca ayrı somut şeylerin var olduğunu düşünüyordu, bireysel şeyler ve bunların genelleştirici isimlerini, “boş ses” olan tamamen dış koşullu sınıflandırma sistemleri olarak yorumluyorlardı. Ortak, özel bir şeyin varlığına inananlar, Platon ve Aristo’nun klasik geleneğine güveniyorlardı. Onları “realistler” olarak adlandırılmaya başladılar, yani “evrensellerin gerçekliğini” kabul edenler. “Realistlerin” en önemli temsilcisi Thomas Aquinas ve genel olarak Dominik rahiplerinin geleneğiydi. Yalnızca ayrı ayrı şeylerin ve varlıkların gerçek olduğuna inananlar, Latince “nomen” (ad)den oluşan “nominalistler” (adcılar) kelimesiyle anılmaya başlandılar. “Özü ikiye katlamama” şartı, tam olarak “nominalizmin” ana savunucularından biri olan İngiliz filozof Ockhamlı William’a dayanır. Daha önce aynı fikirler John Roscelin tarafından savunuldu. Ve ilk aşamada “realistler” kazanmış ve “adcıların” öğretileri anathema edilmiş olsa da, daha sonra Batı Avrupa felsefesinin yolları, özellikle Yeni Çağ, Ockham’m izinden ilerledi. “Adcılık” hem ideolojide hem de ekonomide liberalizmin geleceğinin temelini attı. Buradaki insan sadece bir birey olarak düşünülüyordu, başka bir şey değil ve tüm kolektif kimlik biçimleri (din, zümre, vb.) kaldırılmalıydı. Aynı şekilde bir eşya da, mutlak bir özel mülkiyet olarak, somut ayrı bir şey olarak görülüyordu ve bu eşya, kolayca herhangi bir bireysel mal sahibine mülkiyet olarak atfediliyordu. Nominalizm, esas olarak İngiltere’de egemen oldu, Protestan ülkelerde yaygınlaştı ve yavaş yavaş Modern Çağ’ın ana felsefi matrisi haline geldi - dinde (insanın Tanrı ile bireysel ilişkileri), bilimde (atomizm ve materyalizm), siyasette (burjuva demokrasisinin ön koşulları), ekonomide (piyasa ve özel mülkiyet), etikte (faydacılık, bireycilik, görecelik, pragmatizm) vb.

KAPİTALİZM: BİRİNCİ AŞAMA

Adcılıktan başlayarak, Roscelin ve Ockhamlı’dan Soros ve Biden’e kadar tarihsel liberalizmin tüm yolunu izleyebiliriz. Kolaylık sağlamak için tüm bu tarihsel süreci üç aşamaya ayıralım. İlk aşama, adcılığı din alanına sokmaktı.

Katolikliğin (ve daha büyük ölçüde Ortodoksluğun) anladığı şekliyle Kilise’nin kolektif kimliğini Protestanlar, yalnızca kendi aklına dayanarak ve her geleneği reddederek Kutsal Yazıları yorumlayabilecek ayrı ayrı bireylerle değiştirdi. Hıristiyanlığın pek çok yönü, ayinler, mucizeler, melekler, ölümden sonra gelen ödüller, dünyanın sonu vb. “rasyonel kriterleri” karşılamadığı için gözden geçirildi ve atıldı. “İsa’nın mistik bedeni” olan Kilise yıkıldı ve alttan özgür rıza ile yaratılan ilgi kulüpleri tarafından değiştirildi. Bu, birbiriyle tartışan birçok Protestan tarikatını yarattı. Adcılığın en temel meyvelerini veren Avrupa’da ve İngiltere’de bu süreç bir şekilde yumuşatıldı ve en şiddetli Protestanlar Yeni Dünya’ya koştu ve orada kendi toplumunu yarattı. Daha sonra, metropol ile mücadelenin ardından Amerika Birleşik Devletleri ortaya çıktı. Kilise’nin bir “kolektif kimlik” (ortak bir şey) olarak yok edilmesine paralel olarak zümreler kaldırılmaya başlandı. Rahiplerin, aristokrasinin ve köylülerin sosyal hiyerarşisinin yerini belirsiz “şehirli” aldı ve “burjuva” kelimesinin asıl anlamı da buydu. Burjuvazi, Avrupa toplumunun diğer tüm katmanlarını yerinden etti. Ama en uygun “birey” burjuvaydı; soyu, aşireti ve mesleği olmayan, ancak özel mülkiyeti olan bir vatandaş. Ve yeni sınıf, tüm Avrupa toplumunu kendisi için yeniden inşa etmeye başladı.

Aynı zamanda “kolektif kimliğin” bir başka ifadesi olan Vatikan ve Batı Roma İmparatorluğu’nun uluslar üstü birliği de kaldırıldı. Ve onun yerine, egemen ulus devletler, yani bir tür “siyasi bireyler” temelinde bir düzen kuruldu. 30 yıllık savaşın sona ermesinden sonra Vestfalya Barışı tam da böyle bir düzeni sağlamlaştırdı. Вöylece 17. yüzyılın ortalarına gelindiğinde Batı Avrupa’da bir burjuva sistemi, yani kapitalizm, temel özellikleriyle oluştu. Yeni sistemin felsefesi büyük ölçüde Thomas Hobbes tarafından öngörülmüş ve John Locke, David Hume ve Immanuel Kant tarafından geliştirilmiştir. Bu ilkeler, Adam Smith tarafından ekonomik alana uygulandı ve bir ekonomik ideoloji olarak liberalizmin temeli atıldı. Aslında, adcılığın sistematik uygulanmasına dayanan kapitalizm, tutarlı bir sistemik dünya görüşü karakterini kazanmıştır. Bu aşamadan itibaren tarihin ve ilerlemenin anlamı, mantıksal sınırları zorlamaya varana kadar “bireyi kolektif kimliğin tüm biçimlerinden” kurtarmaktı. 20. yüzyıla gelindiğinde, sömürgeci dönemi boyunca, Batı Avrupa kapitalizmi küresel bir gerçeklik haline geldi. Bilim ve kültürde, siyasette ve ekonomide, Batı halkının ve güçlü Batı etkisi altına giren tüm insanlığın günlük düşüncelerinde adcılık yaklaşımı hâkim oldu.

20. YÜZYIL VE KÜRESELLEŞMENİN ZAFERİ: İKİNCİ AŞAMA

Yirminci yüzyılda kapitalizm yeni zorluklarla karşılaştı. Bu sefer, bunlar kolektif kimliğin alışılagelmiş biçimleri değillerdi (din, zümre, meslek vb.), ama yapay ve aynı zamanda bireyciliği reddeden ve yeni, kavramsal olarak birleştirilmiş kolektif kimlik biçimleriyle ona karşı çıkan modem teorilerdi (liberalizmin kendisi gibi). Sosyalistler, sosyal demokratlar ve komünistler, liberallere sınıf kimliği ile karşı çıktılar ve dünyanın dört bir yanındaki işçileri dünya burjuvazisinin gücünü devirmeye çağırdılar. Bu stratejinin etkili olduğu ortaya çıktı ve bazı büyük ülkelerde (ancak bunlar, komünizmin kumcusu Karl Marx'ın düşündüğü gibi endüstriyel olarak gelişmiş ve Batılı ülkeler değil) proleter devrimler kazandı. Komünistlere paralel olarak, bu sefer Batı Avrupa’da, iktidar aşırı milliyetçi güçler tarafından ele geçirildi. Bu kez, “ulus” ya da “ırk” adına hareket ettiler, yine liberal bireyciliğe “ortak” bir şey ile - “kolektif var olma” ile karşı çıktılar. Liberalizmin yeni muhalifleri artık önceki aşamalarda olduğu gibi geçmişin ataletiyle ilgili değil, Batı’da gelişen modemist projeleri temsil ediyorlardı. Ama aynı zamanda bireysellik ve adcılığın reddi üzerine inşa edilmişlerdi.

Bu, öncelikle liberalizmin teorisyenleri olan Hayek ve öğrencisi Popper tarafından açıkça anlaşılmıştı. Onlar “komünistleri” ve “faşistleri”, “açık toplumun düşmanları” adı altında birleştirdi. Ve onlarla ölümcül bir savaş başlattı. Kapitalizm, Sovyet Rusya’yı taktiksel olarak kullanarak başlangıçta faşist rejimlerle başa çıkmayı başardı ve bu, İkinci Dünya Savaşının ideolojik sonucuydu. 1980’lerin sonunda Batı ile Doğu arasında çıkan “Soğuk Savaş”, liberallerin komünistlere karşı kazandığı zaferle sona erdi. Dolayısıyla bireyin, kolektif kimliğin tüm biçimlerinden kurtuluşu ve liberallerin anlayışında “ideolojik ilerleme” projesi başka bir aşamadan geçmiştir. 1990'larda liberal teorisyenler “tarihin sonu” (F. Fukuyama) ve “tek kutuplu an” (C. Krauthamer) hakkında konuşmaya başladılar. Bu, kapitalizmin en ileri aşamasına, küreselleşme aşamasına girişinin bir kanıtı oldu. Aslında, Amerika Birleşik Devletleri’nde küreselleşme stratejisi egemen seçkinler arasında tam bu sırada zafer kazandı. Bu strateji, aslında Birinci Dünya Savaşında Wilson’un 14 noktasında işaretlenmişti; ancak Soğuk Savaş'ın sonuçlarını takiben her iki partinin seçkinlerini birleştirdi - hem Demokratlar hem de Cumhuriyetçiler, çoğunlukla “neo-muhafazakârlar” tarafından temsil edildi.

CİNSİYET VE POST-HÜMANİZM: ÜÇÜNCÜ AŞAMA 

Son ideolojik düşman olan sosyalist kampa karşı kazanılan zaferden sonra kapitalizm belirleyici çizgiye yaklaştı. Bireycilik, piyasa, insan hakları ideolojisi, demokrasi ve Batı değerleri küresel ölçekte kazandı. Görünüşe göre gündem yerine getirilmişti, artık hiç kimse “bireyciliğin” ve adcılığın yerine ciddi ve sistemik bir şey sunmuyordu. Bu dönemde kapitalizm üçüncü aşamasına girdi. Daha yakından incelendiğinde, dış düşmanı yendikten sonra liberaller, iki başka kolektif kimlik biçimi keşfettiler. Her şeyden önce cinsiyet. Sonuçta, cinsiyet de kolektif bir şeydir: ya erkeksin ya da kadın. Bu nedenle, bir sonraki aşama, nesnel, esaslı ve geri alınamaz bir şey olan cinsiyetin yok edilmesiydi. Cinsiyet, daha önce eskimiş ve ortadan kaldırılmış diğer tüm kolektif kimlik biçimleri gibi iptal edilmeliydi. Dolayısıyla cinsiyet siyaseti oluştu, cinsiyet kategorisi “isteğe” ve bireysel tercihlere bağlı bir şeye dönüştürüldü. Ve yine burada aynı adcılıkla karşılaşıyoruz: Öz neden ikiye katlansın? İnsan zaten birey olarak insandır, ancak cinsiyet keyfi olarak seçilebilir, tıpkı dini, mesleği, milleti ve yaşam tarzını seçerken yapıldığı gibi. Bu, tam da 90’lı yıllarda SSCB’ye karşı kazanılan zaferden sonra liberal ideolojinin ana gündemi haline geldi. Evet, dış muhalifler cinsiyet siyasetin önünde durdu. Bunlar, geleneksel toplumun kalıntılarına, aile değerlerine vb. hâlâ ataletle sahip olan ülkeler ve Batı’daki muhafazakâr çevreler. Muhafazakârlara ve “homofoblara”, yani cinsiyetlerin varlığına ilişkin geleneksel görüşün savunucularına karşı mücadele, ilerici liberalizmin takipçilerinin yeni bir hedefi haline geldi.

Pek çok solcu buna katılarak eski anti-kapitalist hedeflerini cinsiyet politikaları ve göçmenliği savunmayla değiştirdi. Cinsiyet politikası normlarının kurumsallaşması ve Batı ülkelerindeki nüfusu atomize eden kitlesel göçün başarısı ile (ki bu aynı zamanda, bireyin kültürel, dini, sosyal veya etnik yönlerine bakmayan insan hakları ideolojisine tamamen uyuyor) liberallerin son adımı atıp insanı ortadan kaldıracakları aşikâr hale geldi. Sonuçta, insan da aynı zamanda kolektif bir kimliktir; bu da, onun aşılması, ortadan kaldırılması, ilga edilmesi gerektiği anlamına gelir. Adcılığın ilkesi bunu gerektirir: “İnsan” yalnızca bir isim, boş bir hava sarsıntısı, keyfi ve dolayısıyla her zaman tartışmalı bir sınıflandırmadır. Sadece bir birey vardır ve insan olsun ya da olmasın, erkek olsun veya kadın olsun, dindar olsun veya ateist olsun, bu onun seçimine bağlıdır. Dolayısıyla, hedeflerine doğru yüzlerce yıllık bir yolu geçmiş olan liberaller için son adım, insanları, kısmen de olsa, siborglar, Yapay Zekâ ağları ve genetik mühendisliğin ürünleriyle değiştirmek. Gender Optional'dan sonra Human Optional gelir. Bu gündem, felsefede post-hümanizm, post- modernizm ve spekülatif gerçekçilik tarafından öngörülüyor ve teknolojik olarak her geçen gün daha gerçekçi hale geliyor. Fütürologlar ve tarihsel sürecin hızlanmasının destekçileri (ivmeciler), Yapay Zekânın temel parametrelerde insanla karşılaştırılabilir halde olacağı yakın geleceğe güvenle bakıyorlar. Buna Tekillik denir. Başlangıcın 10 ila 20 yıl içinde olacağı tahmin edilmektedir.

LİBERALLERİN SON SAVAŞI

Biden’ın Birleşik Devletler’deki zorlanarak elde edilmiş zaferi, tam da bu bağlamda değerlendirilmelidir. “Büyük Yeniden Başlatma” veya “Tekrar ve daha iyi inşa edelim” sloganı bu anlamdadır. 2000'lerde küreselciler, ideolojik olmayan ama “medeniyetsel özellikte” bir dizi sorunla karşılaştılar. 90’ların sonlarından bu yana dünyada liberalizm, kapitalizm ve küreselciliğe meydan okuyabilecek neredeyse hiç doğru düzgün ideoloji kalmadı. Değişen derecelerde, ancak bu ilkeler herkes veya neredeyse herkes tarafından kabul edildi. Ancak, yine de liberalizm ve cinsiyet politikasının uygulanması ve ulus devletlerin Dünya Hükümeti lehine ortadan kaldırılma süreçleri birkaç yönde durakladı. Nükleer silahları ve Вatı’ya karşı tarihsel geleneği ve toplumda korunan bir dizi muhafazakâr geleneği olan Putin’in Rusya’sı buna giderek daha fazla direniyordu.

Çin, küreselleşme ve liberal reformlara aktif olarak dâhil olmasına rağmen, bunları siyasi sisteme uygulamak için acele etmedi; Komünist Parti’nin egemenliğini korudu ve siyasi liberalizasyonu reddetti. Ayrıca Şi Jinping yönetiminde Çin siyasetindeki ulusal eğilimler büyümeye başladı. Pekin, ulusal ve hatta medeniyetsel çıkarlarını sürdürmek için akıllıca “açık dünyayı” kullandı. Ve bu, küreselcilerin planında yoktu. İslam ülkeleri Batılılaşmaya karşı mücadelelerini sürdürdüler ve ablukaya ve baskıya rağmen (örneğin Şii İran gibi) Batı karşıtı ve liberal karşıtı rejimlerini korudular. Türkiye ve Pakistan gibi büyük Sünni devletlerin politikası Вatı’dan giderek daha bağımsız hale geliyordu. Avrupa’da, yerli Avrupalıların kitlesel göç ve cinsiyet politikalarından duyduğu rahatsızlığın büyümesinden bir popülizm dalgası yükselmeye başladı.

Avrupa’nın siyasi elitleri, Davos Forumu’nun teorisyenleri Schwab veya Prens Charles’ın raporlarında görülebileceği gibi tamamen küreselci stratejiye tabi kaldılar. Ancak toplumların kendileri harekete geçti ve bazen hükümete karşı düpedüz ayaklandı (Fransa’daki sarı yelek protestolarında olduğu gibi). Bazı yerlerde (örneğin İtalya, Almanya ya da Yunanistan’da) popülist partiler parlamentoya bile girmeye başladı. Ve son olarak 2016’da bizzat Amerika Birleşik Devletleri’nde, küreselci ideolojiyi, uygulamayı ve hedefleri keskin ve açık eleştirilere maruz bırakan Donald Trump başkan olmayı başardı. Ve Amerikalıların yaklaşık yarısı tarafından desteklendi. Küreselcilerin gözünde tüm bu küreselleşme karşıtı eğilimler, korkunç bir tablo haline geldi: Adcıların ve liberallerin, görünüşte değişmeyen ilerlemesiyle geçen yüzyılların tarihi sorgulandı. Bu, sadece herhangi bir siyasi rejim için felaket değildi. Bu, liberalizmi sona erdirecek bir tehditti. Küreselleşme teorisyenleri bile bir şeylerin yanlış olduğunu hissettiler. Bu yüzden Fukuyama, “tarihin sonu” tezinden vazgeçti ve ulus devletleri liberal seçkinlerin egemenliği altında tutmayı önerdi; böylece sert yöntemlere dayanarak kitlelerin post-hümanizme nihai dönüşümü daha iyi hazırlanacaktı. Başka bir küreselci Charles Krauthammer, genel olarak “tek kutuplu anın” bittiğini ve küreselci elitlerin bundan yararlanamadıklarını belirtti. Küreselci elitlerin temsilcileri, son 4 yılı böylesine panik ve neredeyse histerik bir durum içerisinde geçirdiler. Ve bu nedenle, Trump’ı ABD Başkanlığından indirme meselesi onlar için bir ölüm kalım meselesiydi. Trump görevini sürdürmüş olsaydı, küreselci stratejinin çöküşü geri döndürülemez olurdu. Ancak Biden, doğru ve yalanlarıyla Trump’ı kovmayı ve destekçilerini şeytanlaştırmayı başardı. “Büyük Yeniden Başlatma”nın (Great Reset) başladığı yer burası. Aslında, bunda yeni bir şey yok. Bu, liberal ideoloji ve adcı felsefe ruhuyla yorumlanan Modern Çağı Batı Avrupa medeniyetinin ana vektörünün yönünde bir devamdır. Çok az şey kaldı: Bireyleri kolektif kimliğin son biçimlerinden kurtarmak - toplumsal cinsiyetin ortadan kaldırılmasını tamamlamak ve post-hümanist bir paradigmaya geçmek. Yüksek teknolojilerin başarıları, toplumların sosyal ağlara (şimdi görüldüğü gibi, liberal elitler tarafından açıkça totaliter ve katı bir şekilde kontrol ediliyor) entegrasyonu ve kitleleri izleme ve etkileme yöntemlerinin geliştirilmesi, küresel liberal hedefi oldukça yakın kılıyor. Ancak bu belirleyici atılımı yapmak için hızlı bir şekilde (bunun artık neye benzediğine dikkat etmiyorlar) tarihin sonuna giden yolu temizlemeye ihtiyaç duyuyorlar. Bu, Trump’ın indirilmesinin diğer tüm engellere saldırmak için bir işaret olduğu anlamına geliyor. Tarih ölçeğinde yerimizi böyle belirledik. Ve böylece, “Büyük Yeniden Başlatma”nın ne olduğu hakkında daha iyi bir fikir edindik. Bu, “son savaş”ın başlamasından başka bir şey ifade etmiyor. Adcılık, liberalizm, bireysel kurtuluş ve sivil toplum mücadelelerinde küreselciler kendilerini, kitlelere ilerleme, bin yıllık önyargılardan kurtuluş, yeni fırsatlar ve hatta muhtemelen fiziksel ölümsüzlük ve genetik mühendisliğinin mucizelerini getiren “ışığın savaşçıları” olarak görüyorlar. Onların gözünde onlara karşı çıkan herkes “karanlığın güçlerini” temsil eder. Ve bu mantığa göre, “açık toplumun” düşmanlarıyla tüm ciddiyetiyle mücadele edilmelidir. “Düşman teslim olmazsa, yok edilir.” Ve düşman, liberalizmi, küreselciliği, bireyciliği ve adcılığı tüm tezahürleriyle sorgulayan kişidir. Bu liberalizmin yeni etiği. Kişisel bir şey değil. Herkesin liberal olma hakkı vardır, ama hiç kimsenin liberal olmama hakkı yoktur. (Devam edecek)

Kaynak