HEGEL VE DÖRDÜNCÜ SİYASET KURAMI

Aleksandr Dugin, Hegel felsefesinin çeşitli siyaset kuramları üzerindeki etkisini ve içsel çarpıtmalarını incelemekte, ideolojik yorumların ötesine geçen ve Dördüncü Siyaset Kuramı ve çok kutuplu dünya kavramıyla uyumlu daha saf bir anlayışı savunmaktadır.

Marx'ın Sol Hegelciliği

Dördüncü Siyaset Teorisi, ana hatlarıyla ortaya koyduğu yapıların farkına vardıktan sonra, siyaset felsefesi için temel önem taşıyan bazı doktrinleri, okulları ve figürleri inceleyerek daha sistematik ve ayrıntılı hale gelebilir. Örneğin Hegel'i ele alalım.

İlk olarak, Hegel'in sisteminin, Dördüncü Siyaset Teorisi'nin aşmayı amaçladığı üç siyaset teorisi bağlamında oldukça gelişmiş bir yorum aldığını belirtmek gerekir.

Hegel'in en ayrıntılı (ama aynı zamanda en çarpıtılmış) gelişimi İkinci Siyaset Teorisi bağlamında, Marksizm'de gerçekleşmiştir. Marx, Hegel'e dayanarak kendi sistemini yaratmış, kendi siyaset felsefesini temellendirmek için temel adımları ve yöntemleri benimsemiştir. Bir anlamda tüm Marksizm Hegel'in bir yorumudur. Dolayısıyla Hegel'in felsefesi, İkinci Siyaset Teorisi'nin optiği içinde düşünülmesi gereken dışsal bir nesne değil, onun içinde özsel bir boyut oluşturur. Marksizm Hegelcilikten ayrılmıştır.

Bununla birlikte, buradaki temel fark, Hegel'in öznel ruh, orijinal - hala gizli ve bilinmeyen (henüz gerçekleşmemiş) - İdea hakkındaki ana iddiasının reddedilmesidir. Hristiyan Hegel bununla Tanrı'yı kasteder. Ve tam da bu orijinal varlık (tüm sistemin ana tezi) Hegel'in genel teorisindeki diğer her şeyi açıklar.

Ateist ve materyalist Marx bu 'idealist' anı bir kenara atar ve Hegel'in kendisi için ikinci olan şeyi, yani Doğa'yı ilk ilke olarak ilan eder. Hegel için Doğa, İdea'nın olumsuzlanmasının sonucudur, bir antitezdir. Ve Doğa'nın tüm ontolojik içeriği, öznel tinin olumsuzlanması, yüceltilmesidir. Ancak yüceltme tam bir yok etme değildir. Ruh Doğa'da uyuklamaktadır ve bu da oluşu (das Werden) açıklamaktadır. Hegel mekanik düzeyden kimyasal ve organik düzeye geçişi tam da tinin Doğa'daki çalışmasıyla açıklar. Yaşam bu tinin bir tezahürüdür - Doğada (kendisi olarak) yüceltilmiş ama bir başkası olarak mevcuttur. Dahası Hegel, sivil toplumun gelişiminden anayasal monarşiler gibi yeni devlet türlerinin oluştuğu son aşamaya kadar tarihsel varoluşun kilit aşamalarını özellikle tinin uyanışı olarak anlar.

( Marx'a göre 'tarihin sonu', tamamen uluslararası olarak tasavvur edilen komünist bir toplumdur.)

Marx için her Ģey Doğa ile baĢlar ve Spinoza gibi o da bilinçle iliĢkisinde Doğa'ya öncelik atfetmek zorunda kalır. Darwin'in evrim teorisi Marx'a bu konuda yardımcı olur. Marx, oluşu ve Doğa'dan tarihe geçişi tanımlama mantığını Hegel'den ödünç alsa da, artık aşkın bir başlangıç iddia edilmemektedir. Ancak Hegel'in felsefesinin ana modelinin çarpıtılması onun sisteminin sadece başlangıcını değil sonunu da etkiler. Hegel için dünya tarihi, uyuklayan tinin uyanışıdır. Ve bu uyanış yoğunlaşarak Hegel'in ahlaklılık (Sittlichkeit) dediği şeye ulaşır. Burada yine diyalektik bir üçlüyü ayırt eder: aile - sivil toplum - devlet. Ve devlette, dünya ruhunun mutlak biçimine doğru açılımının yaklaştığını görür. Hegel'in ifadesiyle devlet, 'Tanrı'nın dünyadaki yürüyüşüdür'.

Açıktır ki materyalist Marx için devlet böyle bir ontolojiye ve teleolojik bir statüye sahip olamaz. Bu nedenle Marx sivil toplumda durur ve 'devlet' ile Hegel'in mantığına göre sivil toplum öz-farkındalık anına ulaştıktan ve kendini aşmaya karar verdikten sonra kurulması gereken yeni devletler, anayasal monarşiler karşısında Hegel'in 'eski devletler' olarak gördüğü şeyi anlar. Hegel'in sivil toplumu, ahlak alanına ilk giriş anı olarak ailenin olumsuzlanmasıdır. Anayasal monarşinin kurulması ise olumsuzlamanın olumsuzlanması, yani sentezdir. Kendini aşma ve bir devlet kurmaya hazır olma anında, Hegel'de sivil toplum bir halka (Volk) dönüşür.

Marx böyle bir 'ideal' devlet tasavvur etmez - sivil topluma odaklanmaya devam eder. İşin bu tarafında Marx, Hegel'in değinmediği sınıf kavramını ortaya atar ve 'sınıf mücadelesine' öncelik verir. Marx yine Hegel'den tarihte itici bir güç olarak çatışmanın (Widerstreit, Kampf) rolünü ödünç alırken, sivil toplumun (kapitalizmle eşdeğer) küreselleşmesini öngörür. Bu küreselleşme sürecinde eski devletler ortadan kalkacaktır. Kapitalizm küresel bir olgu haline geldikçe, biriken sınıf çelişkileri sistemik bir krize ve bir dünya devrimine yol açacaktır. Proletarya iktidarı ele geçirecek ve sivil toplumun yapısı sınıfsal açıdan tersine dönecektir - iktidar artık sermayenin (burjuvazinin) elinde değil, işçilerin elinde olacak ve ardından sınıfsız bir toplum kurulacaktır. Bununla birlikte, artık ne devlet ne de uluslar olacaktır. Marx'a göre 'tarihin sonu', tamamen uluslararası olarak tasarlanan komünist bir toplumdur.

Bu sol-Hegelci resimde birçok nüans ve akım vardır, ancak genel olarak Hegel, İkinci Siyaset Teorisi bağlamında, tam da böyle çarpıtılmış, kesilmiş ve Hegel'in kendi düşüncesiyle karşılaştırıldığında saptırılmış bir biçimde görünür.

Stalin ve Hegel

Bir diğer boyut ise sol Hegelciliğin tarihsel pratikteki yansımasıdır. Burada SSCB ve Komünist Çin'in tarihsel deneyimlerini ayrı ayrı ele almak gerekir. Stalinizm ve Maoizm, biçimsel olarak Marksizm ve proleter ideoloji şablonları üzerine inşa edilmiş olsa da, pratikte Hegelciliğe çok daha yakın siyasi sistemleri temsil ediyordu. Kapitalizmin küresel ölçekte nihai zaferini ve sivil toplumun yayılmasını beklemeden, Stalin yönetimindeki Sovyet Rusya ve ardından Mao yönetimindeki Komünist Çin, odak noktasının devlet inşası olduğu ve sınıf teorisinin yalnızca daha önce tarımla uğraşan nüfusun hızlandırılmış (ve genellikle zorla) sanayileşmesini ve kentleşmesini kolaylaştırdığı post-sivil devletler inşa etmeye başladı.

Böylece Sovyet Rusya ve Komünist Çin, klasik Marksizmden ziyade Hegel'e daha yakın ve Üçüncü Siyaset Teorisi ile daha uyumlu bir yol izlemiştir.

Hegel ve Liberalizm (Sivil Toplum)

Birinci Siyaset Teorisi Hegel'e iki farklı ilişki sunmaktadır. Hegel sivil toplumun, yani liberal demokrasi ve kapitalizmin üstesinden gelmeyi gerekli gördüğü için, bazı liberal düşünürler Hegel'i kabul edilemez ve alakasız bir yazar olarak tamamen reddetmeyi önerir. Karl Popper buna inanmış ve düşüncesini The Open Society and Its Enemies (Açık Toplum ve Düşmanları) adlı eserinde ayrıntılı olarak geliştirmiştir. Burada Hegel, 'açık toplumun düşmanı' ve Aydınlanmanın aşılması çağrısında bulunan bir figür olarak kabul edilmektedir. Ancak liberal görüş sivil toplumu tarihsel sürecin zirvesi olarak görür. Devlet burada sadece geçici bir olgudur. Hegel'in kendisi devletin bu şekilde yorumlanmasını Notstaat, 'zorunluluk devleti' ya da dışsal devlet (äußerer Staat) olarak adlandırmıştır. Hiçbir önemi, ontolojisi yoktur ve 'barbarlık' ve 'Orta Çağ karanlığı' ile sivil toplum arasında bir geçiş durumudur. Toplum aydınlandıkça böyle bir devlete duyulan ihtiyaç da ortadan kalkacaktır. Bu, uluslararası ilişkilerde liberalizmin ana tezidir. Popper ve onu takip edenler (ve B. Russell gibi pozitivistler) Hegel'i tüm yorumlarda reddederek felsefesini sol ve sağ tarafından yorumlanmaya bırakırlar.

Hegel'e yönelik ikinci liberal yaklaşım, onun sistemini ve her şeyden önce teleolojisini liberal bir anahtarla yorumlamaya çalışır. Bunun en belirgin örneği, Marksistler arasında Hegel'e ilgi duyan ancak onun felsefesine liberal bir yorum getiren Alexandre Kojève'dir. Kojève'e göre tarihin sonu (bir ara devlet olarak gördüğü) devlet değil, sivil toplum olacaktır. Ancak Kojève, Marx'ın sınıf yaklaşımını terk ederek tarihsel sürecin hedefi olarak kapitalist uygarlığın zaferiyle sonuçlanmıştır. Francis Fukuyama bu kavramı Kojève'den ödünç almış, SSCB'nin çöküşünü ve 'tek kutuplu an'ın başlangıcını bu ışık altında yorumlamıştır. Esasen, büyük ölçüde çarpıtılmış bir Hegel diyalektiği küreselleşmenin hizmetine sunulmuştur. Açıkçası, Hegel'in Birinci Siyaset Teorisi bağlamında bu şekilde yorumlanması, Marx'ın durumunda olduğu kadar (hatta daha fazla) Hegel'in sistemi üzerinde uygulanan şiddet sayesinde mümkün olmuştur. Bu aynı zamanda Hegel'in öznel ruh hakkındaki ana tezinin inkârına dayanan ateist bir yorumdur. Özellikle, bu tür liberal Hegelcilik (bazı Troçkistlerin ve Amerikan yeni muhafazakarlarının karakteristiği), Hegel'in sol yorumuyla genetik olarak bağlantılı olan eski komünistler tarafından formüle edilmiştir.

Benedetto Croce gibi, Hegel'in devlet doktrinini reddederek Hegel'i yorumlamanın tamamen estetik bir versiyonunu öneren liberal Hegelciler ayrı bir yerde durmaktadır. Rusya'da, on dokuzuncu yüzyılda, Hegel'in felsefesini Rusya'da o zamanlar var olan otokratik sisteme karşı anayasalcılığı meşrulaştırmak olarak anlayan bir liberal Hegelciler okulu (K. D. Kavelin, B. N. Chicherin, A. D. Gradovsky, vb.) vardı. Onlar devletin ontolojisiyle ilgilenmiyorlardı.

Sağ Hegelcilik

Hegel'in Üçüncü Siyaset Teorisi bağlamında yorumlanması aslına çok daha yakındı. Özellikle Hegelcilik, İtalyan Faşizminin siyasi teorisinin temelini oluşturmuştur. Bir Hegelci olan Giovanni Gentile, Mussolini rejiminin başlıca ideologuydu. Bu durumda, devlet doktrini kendi ontolojisini kazanmıştır. Faşist teori, siyasi bir ulus lehine sivil toplumun üstesinden gelmenin gerekliliğini kabul etti. Roma toplumunun farklı katmanlarının dayanışmasını ve birliğini temsil eden Roma sembolü fasces, bu yeni devleti sembolize ediyordu.

Ancak faşizmin yirmi yıllık döneminde (Ventennio) kapitalizmin üstesinden gelinememiştir. Faşizm, Jakoben Mazzini gibi liberal-sol milliyetçiler tarafından başlatılan ve liberal monarşist Camillo Cavour tarafından fiilen uygulanan Risorgimento geleneğini sürdürdü. Fikir, İtalya'da birbirinden kopuk siyasi oluşumlara, prensliklere, özerkliklere vs. dayanan birleşik bir devlet kurmaktı.

Faşizmde ve Gentile'nin teorisinde bu eğilimler doruk noktasına ulaşmış ve Hegel'in ruhuna uygun olarak sivil toplumun üstesinden gelerek kurumsal bir devlet yaratmaya dönüşmüştür.

Ancak Hegel'in ana fikri, sivil toplumun kendini aşarak bilinçli bir şekilde anayasal bir monarşi kurmasıydı. Tekil hükümdar hiyerarşik devletin en tepesinde yer aldığı ve liberal güçler üçlüsünün -yargı gücünün- yerini aldığı için monarşi burada temel bir andı. Hegel - Cicero'nun ruhuna uygun olarak - gerçek bir devlette Aristoteles tarafından tanımlanan üç siyasi iktidar biçiminin de mevcut olması gerektiğine inanıyordu:

  • Monarşi (Ruh'un kişileştirildiği tek kişinin gücü),
  • Aristokrasi (hükümet ve yürütme gücü ile ilişkilendirdiği) ve
  • Polity (parlamento tarafından temsil edilir).

Hegel anayasayı, sivil toplumun kendi üzerinde monarşik bir ilkeyi özgürce ve düşünerek tesis etmeye yönelik bilinçli tarihsel iradesinin ifadesi olarak anlamıştır. Monarşi özel olarak kurulur, sadece korunmaz.

İtalya'da, Kral Victor Emmanuel II'nin rolü ataletten dolayı sürdürüldü ve herhangi bir içerik yüklenmedi. Gerçek güç, rolü dogmatik ve anayasal olarak açıkça tanımlanmamış olan Benito Mussolini'nin elindeydi.

Bu arada Faşist İtalya, ekonomik kapitalizmin yapılarını ve sivil toplumun karakteristiği olan insanın doğasına ilişkin bireyci kavramları büyük ölçüde muhafaza etti. Dolayısıyla, Amerikan işgalinden sonra İtalyanlar kolayca liberal paradigmaya geri döndüler. İtalyanlar hiçbir zaman Hegelci anlamda bir halk olmadı; burjuva ilişkileri korundu ve 1945'ten sonra tekrar baskın hale geldi.

“ Anayasal monarşiye yükselmeyen burjuva milliyetçiliğinin ve özellikle de devletin ahlaki doğasını (Hegel için temel bir husus) tamamen yadsıyan biyolojik ırkçılığın devreye girdiği yerde, Hegelci sistemden sapma daha da belirgin hale gelir.”

Almanya'da 1920'li ve 30'lu yıllarda, Hegel'in doktrinini Üçüncü Siyaset Teorisi ruhuyla yorumlayan bir Hegelciler okulu da gelişti - Julius Binder, Karl Larenz, Gerhard Dulckeit. Ancak Nasyonal Sosyalistlerin 'ırk'a yönelmesi, halkı (Volk) biyoloji veya genetiğe herhangi bir atıfta bulunmaksızın kavramsallaştıran Hegelci düşüncenin tutarlılığını bozdu; çünkü Hegel'e göre halk, herhangi bir biyolojik önbelirlenimin tamamen ve geri dönülmez bir şekilde yüceltildiği ahlak alanında Tinin öz-farkındalığının bir anıydı. Alman Hegelciler bunu yanlış anlamış olamazlardı ama felsefelerini Nazi liderliğinin taleplerine göre ayarlamak zorunda kaldılar.

Wilhelm tarafından yönetilen Alman monarşisi Weimar Cumhuriyeti döneminde kaldırılmış ve Nazilerin iktidara gelmesinden sonra Hitler tarafından bir daha geri getirilmemiştir. Diktatörlük yetkileri ve 'Führer' olarak karizmatik statüsü, başta Carl Schmitt olmak üzere Alman filozofların yasal ve anayasal modellerdeki önemli teorik gelişmelerine rağmen, tam bir yasal ve anayasal gelişme göstermedi.

Dolayısıyla, Üçüncü Siyaset Teorisi bağlamında bile, Hegel'in sistemi ve devlet ve halk anlayışı temelden çarpıtılmıştı.

Analizimiz iki önemli sonuca yol açmaktadır:

  • Hegelcilik, özellikle yirminci yüzyılda, Batı modernitesinin üç siyasi teorisi üzerinde de önemli bir etkiye sahipti;
  • Ancak her üçünde de temelden çarpıtılmış, bazen tanınmaz hale getirilmiştir.
  • Hegel'in Dördüncü Siyaset Teorisi bağlamında okunması işte bu noktada başlamalıdır.

Böyle bir yorum, teorisini herhangi bir dış ideolojik talebe uyarlamaksızın, Hegel'in kendisinin doğrudan bir takibi olabilir. Hegel'in liberal ve komünist yorumları öncelikle bir kenara bırakılmalıdır çünkü ikisi de devletin gerçek manevi ontolojisine yeterince değer vermez. Bunun yerine, ya sivil toplumla çalışırlar, her şeyi saf bireycilikle sonlandırırlar (modern küreselcilerin nihayetinde aileyi yok etmek için benimsedikleri radikal bir yaklaşım) ya da pratikte liberalizmle aynı sonuçlara yol açan sınıf temelli bir versiyonla çalışırlar (kültürel Marksizm, hiper-enternasyonalizm). Bu arada klasik solcular, devletin daha önemli bir rol oynadığı Stalinizm ya da Maoizm'i bir kenara bırakmışlardır.

Sağ Hegelcilik tarihsel olarak Hegel'e daha yakındır, ancak azaltılmış, çarpıtılmış ve mantıksal sonuçlara tam olarak geliştirilmemiştir. Anayasal monarşiye yükselmeyen burjuva milliyetçiliği ve özellikle devletin ahlaki doğasını (Hegel için temel bir husus) tamamen yadsıyan biyolojik ırkçılık devreye girdiğinde, Hegelci sistemden sapma daha da belirgin hale gelir.

Dolayısıyla, Batı modernitesinin üç klasik siyaset kuramını da reddetmek, ideolojik yorumların ötesinde gerçek Hegel'e -kendi içinde olduğu otantik ve tutarlı mantıksal Hegel'e- erişimimizi sağlar.

Böylece Dördüncü Siyaset Teorisi saf bir Hegel okumasına dayanabilir ve tüm çarpıtıcı yorumları kolayca bir kenara atabilir.

Aynı zamanda, Dördüncü Siyaset Teorisinin öznesinin Heidegger'in Dasein'ı ya da varoluşsal ifadesiyle halk (Volk) olarak düşünülmesi gerektiğini defalarca vurguladık. Halk, uluslar olarak değil, atomik bireylerin bir toplamı olarak değil (ve şunu da ekleyebiliriz: Hegelci anlamda ailelerin bir ekümeni olarak değil), ama Tinin öz-farkındalığının ortaya çıktığı bir an olarak halk. Burada Heidegger'in Hegel'i okumaya dair esaslı ve ayrıntılı yapısı yardımımıza koşar. Burada başlangıç noktası Heidegger'in felsefesi bağlamında Hegel'in genel yorumu olabilir, ama özellikle de Heidegger'in 1934-35 yıllarında gerçekleştirdiği Hegel'in 'Hak Felsefesi' üzerine dersler ve seminerler için materyaller olabilir. Burada Heidegger aslında Hegel'in devlet ve hukuk doktrininin bir yorumunu verir, mümkün olduğunca orijinaline yakın kalmaya çalışır ve Hegel'i Batı Avrupa felsefi düşüncesinin tacı olarak kabul eder, Sokrates öncesi, Platon ve Aristoteles tarafından başlatılan uzun bir yolculuğu tamamlar.

Heidegger'e göre Hegelci devlet, Dasein olarak görünen şeyle, yani halkla ilişki içinde olmaktır (Seyn) ve bu da sivil toplumun bir aşılma (sublation) anıdır. Sivil toplumda, kendini sosyal etkileşimlere dalmış bir birey olarak fark eden, ancak gelişmiş rasyonel öz farkındalığa dayalı olarak hareket eden ve var olan kişi, bireyselliğini özgürlük olarak değil, saf soyutlama ve dolayısıyla tek taraflılık ve sınırlama olarak anlamaya başlar. Ardından, birey bu sivil kimliği Dasein, yani halk lehine reddetmek için bilinçli ve iradi bir karar verir. Ve bu ruhani hareket içinde, halk anayasal bir monarşi kurar (oluşturur). Bu monarşide, temel-ontolojik kavrayış ve ifade, varlık eylemi (Seyn) tezahür eder. Sadece otantik olarak var olan Dasein otantik (Hegelci) bir devlet yaratabilir. Böylece Hegel'in metafizik Tin durumu, Heidegger'in Dasein'ı olarak anlaşılan insanlarda varoluşsal bir temel kazanır. Özellikle Dördüncü Siyaset Teorisi'ne öncülük eden ana yazarlardan biri olarak kabul edebileceğimiz Heidegger aracılığıyla, üç geleneksel ideoloji bağlamında kaldığımız sürece dışlanan böyle bir Hegel yorumuna yaklaşabiliriz.

Üç geleneksel ideoloji bağlamında kaldığımız sürece dışlanan böylesi bir Hegel yorumuna, tam da Dördüncü Siyaset Teorisi'ne öncülük eden başlıca yazarlardan biri olarak kabul edilen Heidegger aracılığıyla yaklaşabiliriz.

Bu durumda Hegel'in tüm sistemine yaptığı vurgu netleşir: gerçek özgürlük yalnızca devlete aittir. Bu, devlete hizmet etmenin özgürlükten feragat etmek değil, aksine ona giden bir yol olduğu anlamına gelir. Feragat aslında özgürlüğün sadece bir görünüşü ve hatta ona giden yolda diyalektik bir engel olan bireycilikten kaynaklanır.

“ Dolayısıyla, Hegel'in tüm sistemi ve özellikle de 'Hak Felsefesi', Dördüncü Siyaset Teorisi ile en iyi şekilde örtüşmektedir.”

Heidegger, 'Hak Felsefesi'nde toplumun çeşitli anlarının tözsel kutbunun farklı yönleri üzerine düşünürken çok önemli bir hiyerarşiye ulaşır:

  • Soyut hukukun öznesi kişidir (persona);
  • Ahlakın öznesi (Hegel'in Kantçı anlayışında, soyut hukukun katı yapılarından ve rollerinden özgürlük olarak) - birey;
  • Ailenin öznesi - aile üyesi, ekonomide ev sahibi;
  • Sivil toplumun öznesi - burjuva, yurttaş.

Ancak devlet ve halk söz konusu olduğunda, özne - ilk kez! - insan (Mensch) haline gelir. Ve daha önce hiçbir zaman insanın doğası - kaynağı tam olarak özgürlük (=irade) olan- tam olarak ortaya çıkmamıştı, sadece amaç olarak insana giden zincirin halkaları. İnsan ancak halk ve devlet içinde tam olarak insandır. Bundan önce, Doğa'dakinden daha az derin olsa da, Ruh'un uykusuyla karşı karşıyayız. Ama yine de, halk kendini gösterene kadar - ve öncelikle anayasal bir monarşi kurma eyleminde - böyle bir insan yoktur. Henüz yoktur. İşte Heidegger'in Dasein'ı burada bulunur.

Dolayısıyla, Hegel'in tüm sistemi ve özellikle de 'Hak Felsefesi', Dördüncü Siyaset Teorisi ile en iyi şekilde örtüşmektedir.

Ayrı olarak belirtilmesi gereken tek şey, her iki büyük düşünürün - hem Hegel hem de Heidegger'in - Alman tarihinin kaderi ve ontolojisiyle, Alman halkı ve Alman devletiyle olan organik ve manevi bağıdır. Bu, onların dünya tarihine ve Batılı olan ya da olmayan diğer halkların kimliğine bakış açılarını belirler. Alman tarihi sadece genel olarak Batı Avrupa Hıristiyanlığı ile değil, özellikle Katolikliği tarihsel olarak aşılmış olarak gören, Ortodoksluğu ise büyük ölçüde tanımayan ve ciddiye almayan Protestanlıkla da yakından bağlantılıdır. Hegel ve Heidegger'in yazdıkları her şey doğrudan Alman halkı ve Batı Avrupa tarihiyle ilgilidir. Bu etnosentrizm basitçe dikkate alınmalıdır. Bunun aracılığıyla ve belli bir temelde, daha genel ilkelere geçerler. Alman (ve daha önce Yunan, Latin ve daha geniş anlamda Batı) evrenselciliği ile genel evrenselcilik arasındaki ayrım genellikle göz ardı edilir. Dışarıdan bakıldığında, özellikle René Guénon gibi Gelenekçiler tarafından yeniden yorumlanan Batılı olmayan medeniyetler göz önünde bulundurulduğunda ve özellikle paralel, dik ve hatta zıt yönlerde ilerleyen Rus tarihinin merceğinden bakıldığında, bu filozofların Alman merkezli görüşü sanıldığından daha göreceli görünmektedir. Hegel, Rus Slavofilleri, Rus din filozofları ve Hegel'in sistemini farklı bir medeniyete -Rusya'ya ve onun halkına ve devletine- uygulamayı öneren Rus Gümüş Çağı entelektüelleri tarafından tanınmış ve takdir edilmiştir. Biz de benzer şekilde Heidegger'i yeniden yorumladık ve onun Avrupa-merkezciliğinden ve Alman-merkezciliğinden çoklu Dasein'lar kavramına geçiş yaptık. Sivil toplumunun çöküşüne, özgürlük ve egemenliğini kaybetmesine yol açan iki başarısız girişimin ardından Almanya'nın tarihsel yörüngesi tarafından da desteklenen bu etnosentrik duruşu yeniden değerlendirerek, Dördüncü Siyaset Teorisi ve Çok Kutuplu Dünya Teorisi kapsamında siyasi analiz için daha kapsamlı bir model oluşturuyoruz.

Çeviri: Adnan Demir